| 
 Susurluk olayı | Susurluk Raporu (Kutlu Savaş) | 
Susurluk Rap.(TBMM) 
| Susurluk Rap.(Sönmez 
Köksal) 
SUSURLUK RAPORU - TBMM 
 
I - BAŞLANGIÇ 
II-KOMİSYONUN KURULUŞU 
III-KOMİSYONUN SÜRESİ 
IV-KOMİSYON ÇALIŞMALARI 
V-İDDİALAR 
VI. KAVRAMLAR VE KONUYLA İLGİLİ ÖNCEKİ MECLİS ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORLARI 
VII. İNCELEME BÖLÜMÜ 
VIII.BİLGİSİNE BAŞVURULANLAR 
IX. DEĞERLENDİRMELER 
X. GENEL DEĞERLENDİRME 
XI. ÖNERİLER 
 
VIII-BİLGİSİNE BAŞVURULANLAR 
 
1- Korkut Eken 27.12.1996 tarihli ifadesinde; 
2- Kemal YAZICIOĞLU İstanbul Emniyet Eski Müdürü 27.12.1996 tarihli ifadesinde; 
3- MERAL ÇATLI 22.1.1997 tarihli ifadesinde; 
4- Mehmet EYMÜR MİT Kontrterör Merkezi Yöneticisi 26.12.1996 ifadesinde; 
5- Tuncay ÖZKAN 18.2.1997 tarihli ifadesinde; 
6- Dündar Kılıç 1.3.1997 tarihli ifadesinde; 
7- Esat CANAN 5.12.1997 tarihli ifadesinde; 
8- Mehmet Hadi ÖZCAN 1.03.1997 tarihli ifadesinde; 
9- Şahin TEKDEMİR 14.03.1997 tarihli ifadesinde; 
10- Necdet KÜÇÜKTAŞKINER 17.03.1997 tarihli ifadesinde; 
11- İstanbul Valisi Rıdvan YENİŞEN 27.12.1996 tarihli ifadesinde; 
12- Ahmet BAYDAR 22.01.1997 tarihli ifadesinde; 
13- Ekrem MARAKOĞLU 30.01.1997 tarihli ifadesinde; 
14- Sedat BUCAK 21.01.1997 tarihli ifadesinde; 
15- Hasan Celal Güzel Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı 17.02.1997 tarihli 
ifadesinde; 
16- Hanefi AVCI 4.2.1997 tarihli ifadesinde; 
17- EMİN ASLAN 30.1.1997 tarihli ifadesinde; 
18- MEHMET AĞAR 16.1.1997 tarihli ifadesinde; 
19- DOĞU PERİNÇEK 24.12.1996 tarihli ifadesinde; 
20- NECDET MENZİR 23.01.1997 tarihli ifadesinde; 
21- NURİ GÜNDEŞ 28.01.1997 tarihli ifadesinde; 
22- DENİZ GÖKÇETİN 2.03.1997 tarihli ifadesinde; 
23- SEDAT DEMİR 2.03.1997 tarihli ifadesinde; 
24- AYHAN ÇARKIN 28.02.1997 tarihli ifadesinde; 
25- Oğuz YORULMAZ 28.02.1997 tarihli ifadesinde; 
26- Ercan ERSOY 28.2.1997 tarihli ifadesinde; 
27- Tuncay Yılmaz Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık, İstihbarat ve Harekat 
Dairesi Eski Başkanı 4.02.1997 tarihli ifadesinde; 
28- Metin Günyol 2.03.1997 tarihli ifadesinde; 
29- M.Emin Yurdakul Yüksekova Tabur Komutanı Binbaşı 18.02.1997 tarihli 
ifadesinde; 
30- Mehmet Ali YAPRAK 14.1.1997 tarihli ifadesinde; 
31- Avşar KEDEROĞLU 14.01.1997 tarihli ifadesinde; 
32- Seyit Ahmet ALTINTAŞ 14 Ocak 1997 tarihli ifadesinde; 
33- SENAR ER 13.1.1997 tarihli ifadesinde; 
34- MİT Müsteşarı Sönmez KÖKSAL 9.01.1997 tarihli ifadesinde; 
35- Alaaddin YÜKSEL Emniyet Genel Müdürü 9.01.1997 tarihli ifadesinde; 
36- Hande BİRİNCİ 7.01.1997 tarihli ifadesinde; 
37- İbrahim Şahin Özel Harekat Dairesi Eski Başkan Vekili 7.01.1997 tarihli 
ifadesinde; 
38- Bilgi ÜNAL İstanbul Eski Emniyet Müdür Yardımcısı 7.01.1997 tarihli 
ifadesinde: 
39- Habip ASLANTÜRK 28.01.1997 tarihli ifadesinde; 
40- Abdullah ÇETİN 28.01.1997 tarihli ifadesinde; 
41- ARZU YAMAN 22.01.1997 tarihli ifadesinde özetle; 
42- ABDULLAH KEDEROĞLU 23.01.1997 tarihli ifadesinde; 
43- CEMALETTİN ÜMİT 30.01.1997 tarihinde ifadesinde; 
44- ORAL ÇELİK 29.01.1997 tarihli ifadesinde; 
45- MESUT YILMAZ 
46- EYÜP AŞIK 
47- MEHMET SENA SÖYLEMEZ 2 Mart 1997 tarihli ifadesinde; 
48- ABDÜLGANİ KIZILKAYA 28.02.1997 tarihli ifadesinde; 
49- MUSTAFA ALTINOK 28. 02.1997 tarihli ifadesinde; 
50- ENVER ULU 
51- BURHANETTİN BİGALI 02.03. 1997 tarihli ifadesinde; 
52- HÜSEYİN OĞUZ 18.02.1997 tarihli ifadesinde; 
53- DİLEK ÖRNEK’ İN 02.031997 Tarihli İfadesinde; 
54- Hurşit HAN 02 Mart 1997 tarihli ifadesinde; 
 
1-Korkut Eken 27.12.1996 tarihli ifadesinde; Kendisinin 1965 yılından 
itibaren ordu mensubu olarak görev yaptığını, 1974 yılında Kıbrıs Barış 
Harekatına katıldığını, 1978 yılında Silahlı Kuvvetler özel birliklerin tim 
komutanlığına atandığını, çeşitli kurslar gördüğünü, özellikle komando 
harekatına yönelik, rehineli harekata yönelik kurs gördüğünü, 1982 yılında polis 
özel timlerinin kurulmasında görev aldığını, 1985-1986 yıllarında içgüvenlik 
polis özel timinin eğitiminde, kuruluşundan techizinde ve teşkilinde 
çalıştığını, 1987 yılında yarbay rütbesinde iken ordudan ayrılarak Milli 
İstihbarat Teşkilatında Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün yardımcısı olarak göreve 
başladığını, 
 
1988 yılında MİT Raporu olaylarının meydana geldiğini, çalıştıkları dairenin bu 
raporu hazırlamış olması sebebiyle Müsteşar Yardımcısı Hivam Abbas, Daire 
Başkanı Mehmet Eymür ve kendisinin emekliye sevk edildiklerini, daha sonra 
Mehmet Eymür’le birlikte 2 yıl dışarıda çalıştıklarını, Mehmet Eymür’ün 
dayısının yardımıyla kurulan bir fabrikasında birlikte çalıştıklarını, 
kendisinin parası olmadığından sadece % 8 hissesi bulunduğunu, daha sonra bu 
hisselerin Eymür tarafından kendisinden istendiğini ve onun da bunları iade 
ettiğini bu ve bazı şahsi nedenlerle buz fabrikasından münakaşa ederek 
ayrıldığını ve sonra da Eymür ile görüşmediğini, 
 
1980 yılında Botaş’a girdiğini, bir sene müfettişlik ondan sonra da 
koordinatörlük görevi yaptığını, 
 
Eylül 1983 ayında Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın kendisini çağırarak 
emniyet mensuplarının yetiştirilmeleri konusunda çalışmasını istediğini, 
sevinerek bu görevi kabul ettiğini ve hemen eğitime başladığını, kadrosunun 
Botaşta kaldığını, 15.4.1996 tarihinde de Emniyet Genel Müdürlüğündeki görevden 
ayrıldığını, 
 
Belirterek, kendisini tanıtmasının ardından; Tarık Ümit’in öldürülmesi olayında; 
 
Tarık Ümit’i 1987 yılında Milli İstihbarat Teşkilatında çalışırken Mehmet Eymür 
vasıtasıyla tanıdığını, özellikle kaçakçılık ve narkotik konularında çok haber 
getiren bir eleman olduğunu, ancakt kendisinin doğrudan bir görev irtibatı 
bulunmadığını 
 
Emniyet Genel Müdürlüğünde iken Tarık Ümit’in kendisini arayarak, önemli bir 
kaçakçılık olayı olacağını bunun mutlaka önlenmesi gerektiğini, bunun üzerine 
onu Genel Müdür Mehmet Ağar ile tanıştırdığını, Genel Müdürün Kaçakçılık 
İstihbarat Daire Başkanı Tuncay Yılmaz’a konuyla ilgilenmesi için talimat 
verdiğini, sonradan çok büyük miktarda asit anhidriti bu ihbarla yakalatmış 
olduğunu öğrendiğini, 
 
Mehmet Eymür’ün bilahare MİT’te yeniden görev aldığını, Tarık Ümit’le birlikte 
çalışmaya başladığını duyduğunu, Tarık Ümit’in kaçırılması ve öldürülmesi olayı 
ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını, Mehmet Eymür’ün Tarık Ümit’in kızının 
babasını kendisinin öldürttüğünü söylediğini, bu sebeple kızın kendisiyle 
konuştuğunu ve Mehmet Eymür’ün yazılarında Ahmet Akpak isimli gazetecide varken 
babamı Korkut Eken öldürttü dediğini, kıza kendisinin konu ile bir ilgisi 
olmadığını söylediğini bilahare bir İstanbul seyahatinde aracının takip 
edildiğini fark ederek polisi aradığını, arkasındaki araçtan telefonla 
kendisinin arandığını ve Tarık Ümit’in kızının kendisini takip ettiklerini ve 
görüşmek istediklerini söyleyince, aracını durdurup kız ile görüştüğünü ve ona 
babasını 1,5 yıldır görmediğini ve kesinlikle olayla bir ilgisinin ve bilgisinin 
bulunmadığını söylediğini, 
 
Milli İstihbarattan ayrılıp Emniyet nezdinde çalışmanın Mehmet Eymür’ü kızdırmış 
olabileceğini, 
 
Devletin istihbarat birimleri arasında çok koordineli bir çalışma yapılması 
gerektiğine inandığını, bu birimler arasında şahsi kin, nefretten doğan 
çekişmeler sen-ben davası, sen başarılısın, ben başarılıyım kavgası olduğu 
müddetçe bugün Susurluk olayı çıktı ise yarın, altı ay sonra başka bir olayın 
çıkabileceğini, bu tür mücadelede 200 bin kişi olduğunu, bunlar içinde yanlış 
yola girmiş olabilecek görevliler ya da kişiler bulunabileceğini, bunun polis, 
asker ya da korucu olabileceğini, ancak bunun çözümünün basına sızdırılarak 
yapılmaması gerektiğini, Devletin resmi birimleri arasında bu tür sorunların 
koordinasyon ile çözülebileceğini, yanlış yapanlar hakkında da yasal işlem 
yapılarak konunun aydınlığa kavuşturulabileceğini, resmi polis ve askerin 
dışında kimseyi eğitmediğini, sivil hiçbir şahsı eğitmediğini, gerek polis 
eğitiminde, gerekse özel tim eğitiminde hem psikolojik, hem de manevi eğitim 
yaptırıldığını, bu insanların hata yapma ihtimallerinin az olduğunu, özel 
yetişmiş birimlerin ifade almayı dahi bilmediklerini, bunların sadece kırsal 
kesimde mücadele etmek için yetiştirilmiş olduklarını, ancak görev sırasında 
müşterek faaliyette asker ve polis timlerinde, emir komutasının Asker’de 
olduğunu, polis özel timinin başında Emniyet Müdürü rütbesindeki personel 
bulunmasına karşılık Askeri timin başında Astsubay veya Teğmen olduğunu, ovadaki 
askeri birlik komutasının istemi olmadıkça özel timlerin arazide göreve 
çıkamadığını, Halkın özel timlerden rahatsız olmaları ile ilgili konunun tamamen 
belli mikrakların abartması olduğunu, PKK’nın en çok korktuğu iki unsurun polis 
ve askere ait özel timler olduğunu, bunları yıpratmak için gaspçı, haraççı, köy 
yakıyor, köylüleri eziyor diye görev yapmalarını önlemek istediklerini, 
mücadelenin kazanılması için halkın desteğine ihtiyaç olduğunu, o olmadan 
mücadele yapmanın mümkün olmadığını, halkla diyalog içinde örf, adet ve 
törelerine hürmet ederek ilişkide bulunulması gerektiğini, zaman zaman ferdi 
yanlışlıklar olabileceğini, 
 
Sedat Bucak’ın babasını tanıdığını, Bucak aşiretinin PKK’ya karşı mücadelesinde, 
zamanının çoğunu Siverek’de harcadığını, Sedat Bucak’ın adamları olmadan dışarı 
çıkamayanların şimdi ağır suçlamalarla karşılarına çıktıklarını, ister asker, 
ister polis gece yol aramaları dahil Sedat Bucak’tan yardım isteyip adam 
aldıklarını, güneydoğudaki aşiret reislerinden ileri gelenlerin büyük bir 
bölümünü tanıdığını, hepsiyle irtibatı bulunduğunu, Sedat Bucak’ın esrar, eroin 
işlerine karıştığına kesinlikle inanmadığını, adamlarından bazılarının yapmış 
olabileceğini, ancak Sedat Bucak’ın onlara da cezalarını vereceğini, Sedat 
Bucak’a bu kadar yüklenmenin yanlış olacağını, gururlu bir insan olduğunu, 
gerçekte topraklarının sulu ziraate geçmiş olması nedeniyle çok zengin olduğunu, 
adamlarının gönüllü köy korucuları olduğunu, Devletten para ve korucu maaşı 
almadıklarını, Sedat Bucak’ın bırakın taraf değiştirmesini Urfa, Viranşehir 
bölgesinde tarafsızım demesinin bile PKK için yeterli olabileceğini, Sedat 
Bucak’ın kardeşinin Abdullah Öcalan’ın yanında olduğu hususunun doğru olduğunu, 
adının Serhat olduğunu ancak Sedat Bucak’ın düşmanı olduğunu ve onunla 
görüşmediklerini, 
 
Abdullah Çatlı’yı tanıdığını, Mehmet Eymür’le birlikte, emekli olduktan sonra 
tanıdığını, Mehmet Özbay ismini de bildiğini, ancak “Ekli” adını bilmediğini, 
Abdullah Çatlı’nın devlet için istihbarati çalışmalar yaptığını, yurtdışına 
yönelik olarak özellikle Almanya’daki PKK faaliyetlerine yönelik olarak 
istihbari bilgiler verdiğini, 15-16 senedir 80 öncesinden itibaren devlete 
çalıştığını bildiğini, kendisinin onu 1987-1988 yıllarında tanıdığını, 
 
Alaaddin Çakıcı ve Dündar Kılıç’ı herkes gibi tanıdığını, Abdulah Çatlı ile 
Dündar Kılıç arasında ve Alaaddin Çakıcı arasındaki ilişkiyi bilmediğini 
belirtmiştir. (Ek:174) 
 
2-Kemal YAZICIOĞLU İstanbul Emniyet Eski Müdürü 27.12.1996 tarihli ifadesinde; Ömer Lütfi Topal cinayetinin işlenmesini takiben olayı çözmek üzere 
çalışmalara başladıklarını, bu cinayet konusunda Asayiş Şubesinin ihbar aldığını 
bu ihbarda üç özel harekat mensubu ile iki sivil şahsın bu eylemi yaptıklarının 
belirtildiğini, bunların hepsi aynı gün Emniyet Müdürlüğüne alındığını, yapılan 
incelemede ve olay yerinde kalan silah üzerindeki şarjörde bulunan band üzerinde 
kalan parmak izi ile bu şahısların parmak izinin karşılaştırıldığını, ve 
herhangi bir bulguya rastlanmadığını, bu konuda yardımcısı Bilgi Ünal’ın olayı 
takip ettiğini, ertesi gün Sedat Bucak’ın kendisini aradığını, özel 
harekatçıların neden alındığını sorduğunu, o anda konuyu kendisi de 
bilmediğinden inceleyeceğini söylediği, ikinci kez aradığında da tahkikatla 
ilgili alındıklarını söylediğini, daha sonra da birkaç kez aranmış olduğunu 
ancak bir daha görüşme fırsatı bulamadığını, daha ertesi gün Emniyet Genel Müdür 
Yardımcısı Halil Tuğ’un kendisine geldiğini, Bakan tarafından gönderildiğini, 
alınan şahısların neden ve niçin alındığını sorduğunu, kendisinin de alınan bir 
ihbarın değerlendirilmesi sonunda alındıklarını, ancak bir bulguya 
rastlanmadığını, öğleden sonra Bakanın İstanbul’a geldiğini ve Vali ile birlikte 
onu karşıladıklarını, Vali ayrıldıktan sonra Bakanın kendisinden olayı 
sorduğunu, ona da olayı anlatarak herhangi bir bulguya rastlamadıklarını 
ilettiklerini, onun da peki o zaman Emniyet Genel Müdürlüğü de bir incelesin, 
bir mahzur var mı? diye sorduğunu, kendisinin de bir mahzur bulunmadığını zira 
suç teşkil edecek herhangi bir bulguya rastlanmadığını belirttiğini, Bakanın da 
gönderin o zaman dediğini kendisinin de talimat verilmesini istediğini, Bakanın 
peki ben hallederim seni ararlar dediğini bunun üzerine Yardımcısının talimat 
verdiğini ve Bakan talimatı bunları Genel Müdürlükten gelip alacaklar dediğini, 
akşam saatlerinde İbrahim Şahin’in kendisini arayarak konuştuklarını, ona Bilgi 
ile irtibat kurarsa onları alabileceğini söylediğini, Basının yanlış 
değerlendirmeler yapması nedeniyle, görmemeleri için bunları turkinelerde teslim 
alıp götürdüklerini öğrendiğini, bilahare Susurluk Olayının patlak verdiğini, 
ondan sonra Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanla görüşmeleri olduğunu, onlara, bu 
şahıslar hakkındaki düşünce ve karinelerinin tam alındığını, biraz süre 
verilmesi halinde bu şahısların suçlarını inkar edemeyecek hale geleceklerini, 
hatta yan delillerin tespitiyle birlikte itiraf bile edebileceklerini 
belirttiğini, Cumhurbaşkanının kendisine kaset, belge, video bandı olup 
olmadığını sorduğunu, kesinlikle böyle bir şeyin olmadığını belirttiğini, 
 
İkrar havi bir belge bulunmadığını, sadece kendisinde bir takım karineler 
olduğunu, bunları anlatmasının mümkün olmadığını, bunun açıklanmasının sisteme 
zarar verebileceğini, bunu ancak konuyu bilenler huzurunda rahatlıkla 
açıklayabileceğini, 
 
Basında Mesut Yılmaz’a belge, kaset verdiğinin söylendiğini, ancak hiç kimseye 
belge, bilgi, kaset veya herhangi bir şey vermesinin mesleki hiyerarşisi dışında 
mümkün olmadığını, 
 
Abdullah Çatlı’yı tanıdığının gündeme getirildiğini, Mehmet Özbay adına atılan 
bir tebrik kartının kendisine geldiğinin doğru olduğunu Abdullah Çatlı’nın sahte 
ismi Mehmet Özbay olarak kendi bilgisayar kaydında isim ve adresinin 
yeraldığını, ancak kişi olarak kendisine kart geldiğini ve ondaki adres 
olduğunu, 7-8 bin adet kart attığını, bunların hiçbirisine bakmasının mümkün 
olmadığını, hatta bu olayın olmaması halinde yılbaşında da ölmüş kişiye kart 
gitmiş olacağını, 
 
Olay mahallinde iki adet kalanşkof, başka bir alanda terk edilmiş araç 
bulunduğunu, onun içinde de eldivenler, mermiler olduğunu, bunun profesyonel bir 
iş niteliğinde yapıldığını, 
 
Olay mahallindeki silahlar üzerindeki parmak izinin karşılaştırma yönünden zor 
bir yapı oluşturduğunu çünkü Emniyet Teşkilatında 10 milyon parmak izi 
bulunduğunu, parmak izinin yanında diğer parmak izleri ya da daha geniş bir 
sathın olması halinde o zaman kategorileştirilebilineceğini o zaman bile 
karşılaştırma sayısının 3 bin olacağını, bu nedenle bu tür parmak izlerinde sağ 
el işaret parmağının tek boğumundaki iz için yönetmelik gereği olay olduğu yerde 
muhafaza edildiğini, şüphelilerle karşılaştırıldığını, 
 
Parmak izinin bulunmasından iki gün sonra basında çıkan 1992 yılında Abdullah 
Çatlı’nın sahte pasaport ile ve Şahin Ekli adı ile dışarıya çıkarken yakalanması 
haberi üzerine, parmak izinin de olabileceğinden bahisle inceleme sonucu Şahin 
Ekli’nin 10 parmak izinin alındığı çıkıyor, karşılaştırma sonunda şarjör 
üzerindeki yarım boğum parmak izi ile bu izler birbirinin aynı çıkıyor, bunun 
üzerine Şahin Ekli ile Abdullah Çatlı’nın aynı kişi olduğunun ispatı yönünden, 
ölüden alınan parmak izi ile mukayese edildiğinde izler birbirini tutuyor, ancak 
Abdullah Çatlı’nın silahı bizzat kullanan mı? yoksa silahı hazırlayan mı? olduğu 
noktasının belli olmadığını, silahı hazırladığının kesin olduğunu, ancak tetiği 
çekip çekmediğinin belli olmadığını, 
 
Cumhurbaşkanı, Başbakan ile görüşüp karayolu ile İstanbul’a dönerken gece saat 
23.00 sıralarında İçişleri Bakanının kendisini aradığını, ertesi sabah için 
Ankara’ya çağrıldığını, sabah Bakana uğradığında kendisinde kaset, bilgi ve 
belge olup olmadığını sorduğunu, kendisinin de böyle bir şey olmadığını 
söylediğini, Mesut Bey ile irtibatını sorduğunu, irtibatı olmadığını 
söylediğini, daha sonra İstanbul’un genel sorunlarını görüştüklerini, 5-6 saat 
sonra da görevden uzaklaştırıldığını televizyondan öğrendiğini, bir veya iki gün 
sonra İstanbul Moral Eğitim Merkezindeki Bakana ait konutta 20.00 civarında 
görüştüklerini, yaptıklarını tasarruf için birşey söylyemeyeceğini, ancak 
kendisini eşkiya ile bir tuttuklarını buna üzüldüğünü söylediğini Bakanın 
bunları basının bu hale getirdiğini belirttiğini, Ömer Topal olayının 
çözülebileceğini, diğer olaylarla ilintisi yönünden ise özel bir ekip tarafından 
yürütülmesi gereken hassas bir konu olduğunu, MİT’ten destek almalarının uygun 
olacağını belirttiğini, 
 
İfade tutanağı bulunmamakla birlikte, Genel Müdürlük yetkililerine teslim 
edilirken, teslim tutanağı ile işlem yapıldığını, 
 
Ömer Lütfü Topal olayında soruşturmanın çok yönlü yapıldığını Antalya yada 
Kuşadasında kendi adamlarıyla, başka adamlar arasında çalışma olduğunu, 
adamlardan bazılarının birbirlerini öldürdüğünü bunların da değerlendirildiğini, 
uyuşturucu kavgasımı? yoksa kumarhane kavgasımı olduğunun araştırıldığını, 
birçok söylenti olduğu bunların hepsinin ispata muhtaç olduklarını, öldürme ile 
ilgili olay konusunda belirgin bir kanaati bulunmadığını, 
 
İstihbaratın çok çeşitli kanallardan geldiğini istihbaratın hem istihbarat 
birimlerince verilen istihbarat, hem de telefonla gelen bilgiler olduğunu, bazen 
gazeteden alınan bir haber, bir haberin değerlendirilmesi olayı olduğunu, 
bunların tümünün istihbarat olduğunu, 
 
Arnavut Saminin Ömer Lütfü Topal’ın ortağı olduğunu, belirli yüzdelerle ortak 
olduklarını bu ortaklığın sadece Emperyal Oteli ve Gazinosu için olmayıp, 
Antalyaya uzanan bir zincir halinde bulunduğunu, 
 
Sedat Bucak’ın çok önceden istek yapmış olmasına rağmen o olaydan sonra suçlanan 
kişilerin koruma olarak verilmesinde, onların mağdur duruma düştükleri 
düşüncesiyle bir korunma olup olmadığı hususuna bir yorum getirmesinin mümkün 
olmadığını, 
 
Söylemezler çetesiyle ilgili olarak, İstanbul’da göreve başladığından bir ay 
sonra Söylemez kardeşlerin Eminönü Belediye Başkanının amcasını ve kardeşini 
vurup, öldürdüklerini, dolayısıyla bu olayın üzerine giderek cinayeti işleyen 
çeteyi bulup çıkarttıklarını, söylemez olayının İstanbul da olduğunu ve 
suçluların Adana’da yakalandığını, 
 
Özel tim mensuplarının İl Emniyet Müdürü emrinde olduğunu, özlük hakları 
yönünden Emniyet Genel Müdürlüğü Daire Başkanlığına bağlı olduklarını, bu 
birimin ülke çıkarları açısından çalışan pırıl pırıl bir kuruluş olduğunu, bu 
uğurda pekçok şehit verdiğini Özel Harekata kimsenin birşey söylemeye hakkı 
olmadığını özel harekat içinde, polisin içinde yanlış davranışlar içerisinde 
bulunanların olabileceğini, önemli olan hususun bu tür yanlışlık yapanların 
ayıklamak gerektiğini, 
 
Çatlı’nın Emniyet Genel Müdürlüğü ya da onun ilgili birimleri adına 
çalıştığından bilgisi olmadığını, üzerlerindeki belgeler, taşıdığı isimler 
dolayısıyla emniyetle ilgili olmalarına ilişkin konuda, bu tür ilişkilerin 
mevcut olmasını tasvip etmediğini, 
 
Hüseyin Kocadağ’ı tanıdığını, özel harekat menşeli olduğunu, atak ve gözüpek 
birisi olduğunu onunla birlikte çalışmadığı için mesleki yapısı hakkında fazla 
bir bilgisi olmadığını, 
 
Bu işin nereye gideceği konusunda endişeleri olduğunu, medyada çıkanların ne 
derecede doğru olduğunu onların incelenmesi gerektiğini, peşinen herhangibir 
şeyin söylenmesinin mümkün olmadığını, Başbakan ve Başbakan Yardımcısının nereye 
uzanırsa gitsin dediklerini, gitmesininde gerektiğini, ancak bunu yaparken 
devleti zarara uğratmamak gerektiğini, müesseseleri yıpratmamak gerektiğini, 
bunlara çok dikkat edilmesini belirtmiştir.(Ek:175) 
 
3- MERAL ÇATLI 22.1.1997 tarihli ifadesinde; 1980 ihtilalinden 
yaklaşık 20 gün sonra eşinin arkadaşlarıyla birlikte yurtdışına çıktığını, eşine 
devlet tarafından (pasaport v.b. konularda) yardımcı olunduğunu, eşinin 
Ankara’da bulunduğu zamanlarda Ülkü Ocakları ikinci başkanlığını yaptığını, bu 
görevi yaptığı sıralarda 7 TİP’linin öldürülme olayının eşinin üzerine 
atıldığını, bu konuyu eşine sorduğunda bu olayı kabul etmediğini, 1978’de 
İstanbul’a taşındıklarını, 1980’e kadar 7 TİP’li olayından dolayı eşinin kaçak 
yaşadığını, 1982 yılında kızlarıyla birlikte kendisinin de yurtdışına çıktığını, 
kendisine pasaportları kimin verdiğini bilmediğini, İstanbul Hava Limanında 
kendisini uçağa bindiren kişiyi ilk defa gördüğünü, eşiyle İsviçre’de 
buluştuklarını, daha sonra Fransa’ya yerleştiklerini ve oradaki Türk ailelerinin 
yardımlarıyla geçindiklerini, eşinin Türkiye’den görüştüğü kimselerden aldığı 
telefon neticesinde Paris’te kiraladıkları evde 27 gün kaldıktan sonra, eşinin 
evden ayrıldığını ve 6 yıl geri dönmediğini - cezaevine düştüğünü - 1984’te 
kendisinin ve çocukların Türkiye’ye 1 haftalığına tatile geldiklerini, Mete 
isimli birinin kendilerine yardımcı olduğunu, yurtdışında eşinin yanında olduğu 
zamanlarda, eşine Türkiye’den ASALA’ya karşı görev verildiğini ve yurtdışında 28 
olayda eşinin rolü olduğunu, Türkiye’ye 1984’te gelişlerinden birbuçuk ay sonra 
eşinin tabiriyle komplo yapıldığını, yabancı uyruklu bir zencinin evine pasaport 
almaya gittikleri sırada eşinin eroin bahanesiyle gözaltına alındığını, eşi 
yakalandığında üzerinde Hasan Kurtoğlu adına düzenlenmiş pasaport bulunduğunu, 
eşi ve Fransız polisi eve geldiğinde eşinin dolaptaki dosyayı saklamasını 
istediğini, sonradan eşine sorduğunda bu dosyada eşinin ASALA yapacağı olayın 
şeması olduğunu, İsviçre’de ikamet eden beyaz saçlı bir kişi ile ilgili olduğunu 
öğrendiğini, Mete ağabey dedikleri kişinin Fransa’da kalmaları gerektiğini 
söylemeleri üzerine Fransa’da kaldıklarını, eşinin Fransa’da iken Oral Çelik’le 
beraber olduklarını, eşinin Fransa’daki cezaevinden kurtuluşunda kendilerine 
yardım edildiğini, 1990 Nisan ayında eşinin İstanbul’a giriş yaptığını, hangi 
pasaportla girdiğini bilmediğini, eşinin Ataköy’de ticaretle uğraştığı sıralarda 
Abdullah Çatlı hakkında ihbar olduğundan ihbar gereği basıldığını, fakat 
basanlarca önceden eşine haber verildiğini ve böylece eşinin bu baskından 
kurtulduğunu, yurtdışından geldikten sonra Mete ağabey dedikleri kişinin ev 
temin ettiğini ve daha sonrasında kendilerine yardımcı olan kişilerin 
çekildiklerini, Susurluk olayındaki gidişinde eşinin Ankara’ya gittiğini 
bildiğini, eşinin Muhsin Yazıcıoğlu ile görüştüğünü bildiğini, Mesut Yılmaz’ın 
eşine teşekkürde bulunduğunu, eşine Türkiye’de görev verilmediğini, ama 
emniyetle ilgili kişilerle görüştüğünü tahmin ettiğini, Korkut Eken’le 
görüştüklerini bildiklerini, eşinin 6-7 isimle pasaport kullandığını, bunların 
içinde Hasan Kurtoğlu, Mehmet Özbay ve Altan Güler adına olanları hatırladığını, 
Papa suikastiyle eşinin alakası olmadığını, Mehmet Ali Ağca’nın cezaevinden 
kaçırılışında eşinin sadece pasaport verdiğini bildiğini, eşinin Ali Yasak’la 
görüştüğünü bildiğini, eşinin evde olduğu bir Cumartesi günü arabasının altında 
bomba görüldüğünü, “Abdullah Çatlı Orada mı” şeklinde telefonların geldiğini, 
eşinin arabasının içine eroin bırakıp kendisini de tarayacakları şeklinde 
duyumlar aldığını kendisine söylediğini, Aydınlık Gazetesinde çıkan haberlerin 
eşini tedirgin ettiğini, eşinin Baretta marka bir silahı olduğunu, eşinin Sedat 
Bucak’la 2 yılı aşkın bir zamandır tanıştığını, Haluk Kırcı’nın eşinin arkadaşı 
olduğunu, kendisinin eşinin ve Haluk Kırcı’nın Sultan Tekstil’de ortak 
olduklarını, eşinin Yaşar Öz’ü tanımadığını, Sami Hoştan’ı tanıdıklarını, devlet 
için görev verenin de, komployu hazırlayanın da aynı olduğunu eşinin 
söylediğini, eşinin ASALA olayına girmeden önce Haluk Kırcı’nın cezaevinden 
bırakılmasını istediğini, ayrıca ne olduğunu bilmediği bir konuda TÜRKEŞ 
hakkında bir istekte bulunduğunu, yurtdışında yapılan 28 eylem hakkında Kenan 
Evren’in bilgisinin olması gerektiğini, Türkiye’ye döndükten sonra eşinin 5-6 
defa yurtdışına çıkmış olabileceğini tahmin ettiğini, 
 
- 1980 ihtilali olduğunda sıkı bir denetim vardı. Pasaport almak, düzenlemek 
kolay bir şey değildi. Demekki eşime yardımcı olundu. 20 gün sonra eşine 
pasaport getirdiklerini, kimin getirdiğini bilmediğini, 
 
- 1982 yılında çocukları ile beraber kendisinin de çıktığını, 
 
- 1982 pasaport müracaatı yaptığında Nevşehir’den kendisine pasaport 
vermediklerini, kendisinin de sahte pasaport ile çıktığını, kimin düzenlediğini, 
kimin getirdiğini bilmediğini, ancak İstanbul Havaalanında uçağa bindirdiklerini 
ve Viyana’ya gittiğini, kim olduğunu tanımadığını, 
 
Yalova’da annesinin yanında iken, kendisini Yalova’dan aldıklarını ve doğrudan 
havaalanına gittiklerini gelenlerin resmi görevli olmadıklarını, Viyana’dan 
araçla Almanya’ya, Almanya’dan İsviçre’ye, orada eşi ile buluşup trenle 
Fransa’ya geçip Paris’in kasabası Potie’de kaldıkları, 
 
1984 yılında Türkiye’ye ailecek geldiklerini, 1 hafta kaldıklarını resmi görevli 
bir kişinin kendilerini karşıladığını, adının Mete olduğunu, soyadını 
bilmediklerini, sadece Mete ağabey dendiğini. Bu kişinin konuşma ve hareketleri 
askerdi. “Asker şeyi vardı”.(Netekim) 
 
Eşiyle beraber geldiklerinde Türkiye’den bir görev verildiğini duyduğunu, bu 
görevin de Konsolosluklara yapılan haksızlığa tepki, yani Asala olayında eşine 
verilen bir görev olduğunu, 28 olayda da eşinin başarılı olduğunu, 
 
Türkiye’den dönüşlerinden 1,5 ay sonra eşinin bir zencinin evine pasaport almaya 
gittiğini, saat 9.30’da telefon kulübesinde olmalarının istendiği, evlerinin 
altındaki telefon kulübesine indiklerinde eşinin telefonla görüştüğü, 
İstanbul’dan birisinin, ertesi gün verilen adrese gidilmesini istediklerini, bu 
konuları görüştükleri kişinin Mete Ağabeyleri olduğunu, Türk pasaportu olduğunu, 
Altan ve Serap Güler adlarına düzenlendiğini, eşinin bir arkadaşıyla birlikte 
sabah verilen adrese gittiğinde, içeri girdiği anda Fransa polisinin de içeri 
girip onu yakaladıklarını, üzerinde Hasan Kurdoğlu adına pasaport olduğunu, 3 
gün sonra eve polislerin eşliğinde geldiğini, polislerin eve girişinde dolaptaki 
dosyayı eşi tarafından kaldırmasını istediğini ve dolapta 2 ci bir kazağın 
altına koyduğunu ve dosyayı bulamadıklarını, kocasının fotoğraf makinasını, 
silahını, kendisinin ve çocuklarının pasaportunu aldıklarını, kendi 
pasaportlarının Meral Kurdoğlu adına olduğunu, o dosyada eşinin yapacağı bir 
olaya ait şema varmış, beyaz saçlı ve İsviçre’de ikamet eden bir kişinin resmi 
bulunduğunu, eşinin kendisine Fransa’yı hemen terk etmesini söylediğini, onun da 
İstanbul’dan telefonla görüşme yapması için birinin kendisine geldiğini, yine 
telefon kulübesine indiğinde Mete Ağabeyinin “Meral hanım sizin Fransa’da 
kalmanız gerekiyor, çünkü eşinizle irtibat kuracak kimse sadece sizsiniz” 
dediğini, bu konuda eşinin komploya gittiğini, eşinin kendisine Türkiye’de 
görüştüğü kimselerle veyahut devamlı görüştüğü kimsenin yaptığı bir oyun 
olduğunu söylediğini, İsviçrede’de aynı şekilde suçlamada bulunulduğunu, 
İsviçre’deki olayda Nevzat ve Şeref Benli isimli kişilerin bulunduğunu, 
Nevzat’ın soyadını bilmediğini, İsviçre’de 15 yıl ceza verilmiş, 1,5 yıl 
yattıktan sonra kendisini görmeye gittiğini ve kendisi döndükten bir ay sonra 
bunların cezaevinden mutfak kapısından çıktıklarını (anahtarın eşine 
verildiğini), cezaevinden çıktığında yanlış arabaya bindiğini, cezaevi 
görevlisinin arabasına binmiş, görevlinin de eşini bıraktığını, cezaevinden 
çıktıktan sonra Fransa’ya yanlarına geltiğini ve 20 gün bir evde kaldığını, 
Türkiye’den gelen bir pasaport ile ve eşinin yeşil renkli bir takım elbise 
giymesinin istendiğini ve 1990 yılı Nisan ayında Türkiye’ye döndüğünü, 
kendisinin eşini o sürede göremediğini, eşi döndükten sonra 20 gün sonra 
kızlarıyla birlikte kendisinin de arabayla Türkiye’ye döndüklerini, eşinin 
Levent’te kiraladığı mobilyalı bir eve gittiklerini, İstanbul’a kendi adıyla 
Meral Çatlı olarak gittiğini, eşinden öğrendiğine göre Türkiye’den gelen 
dosyasında veyahut herhangi bir şeyde Abdullah Çatlı’nın Hasan Kurdoğlu olduğunu 
bildirdiklerini, eşinin gerçek kimliğini kabul etmek zorunda kaldığını, o evde 
bir hafta kaldıklarını ve sonra Bahçelievler’de kiraladıkları bir eve 
taşındıklarını ve eşinin ticarete başladığını belirtmiştir.(Ek:176) 
 
4- Mehmet EYMÜR MİT Kontrterör Merkezi Yöneticisi 26.12.1996 ifadesinde; 1988 yılındaki MİT raporunun kendisi tarafından hazırlandığını, 
raporun çok tartışmalar yarattığını, ancak hukuki bir sorumluluk getirmediğini, 
çünkü raporun bazı belgelere ve çalışma metodlarına bağlı olarak hazırlanmış bir 
rapor olduğunu, rapor nedeniyle emekli olma durumunda kaldığını, Hiram Abbas ve 
kendisinin yardımcılığını yapan Korkut Eken ile birlikte emekli olduklarını, 
kendi işini kurduğunu 1993 yılında tekrar göreve çağrılması üzerine göreve 
geldiğini, hep siyaset dışında kaldığını, Sayın Çiller zamanında göreve tekrar 
döndüğünü, kendisine yapılan bir telkin üzerine çağrıldığını, zira gerek Sayın 
Çiller’i gerekse MİT Müsteşarının kendisini tanımadığını, 
 
Tolga Atik’in politikadan hoşlanmayan birisi olması, babasının da asker olması 
ve teşkilata büyük sempatisi olduğu için geldiğini, yeni başlayan her personel 
gibi belli bir kurs döneminden geçtikten sonra Malatya’ya tayin edildiğini, 
ancak basında yer almaktan rahatsız olduğunu ve teşkilattan ayrılma döneminde 
olduğunu, 
 
1988’deki raporun o tarihteki Müsteşar Hayri Ündül Paşa’ya bilgi vermek 
maksadıyla ve yazılı olarak hazırlandığını o raporu o tarihlerde kurumun mensubu 
olan Cumhurbaşkanlığı’nda görevli Erkan Gürbüt’e görüşünü almak üzere verdiğini, 
o da raporun enterasan ve çok kapsamlı olduğunu söylediğini, o nüshayı da ona 
verdiğini, bir müddet sonra da ortada dolaşmaya başladığını, gerçekte onun rapor 
niteliği bulunmadığını, etüd özelliğinde olduğunu, 
 
Tarık Ümit’in MİT Teşkilatının görev sahasına giren konularda istihbarati olarak 
kullanılan bir kişi olduğunu, ortadan kaybolması üzerine bazı araştırmalar 
yapmak durumunda bulunduklarını, araştırmalar sırasında en son İstanbul Divan 
Pastahanesinde yemek yediği sırada Özel Harekat Polislerince alındığını ve ondan 
sonra da ortadan kaybolduğunu tespit ettiklerini, bu konuda yasal araştırmalar 
yaptıklarını, bu araştırmalar sırasında, aracın bulunduğu mahal Silivri 
bölgesinde olduğu için tahkikatın Jandarma Astsubayı Ahmet Altıntaş’ın 
yürüttüğünü, onunla görüşüldüğünde, kendisinin Özel Harekatçı Ayhan Akça’yı 
gözlem altına aldığını, Ankara’dan Özel Harekat Başkanlığından müdahale edilmesi 
üzerine “ifadesini alamayacağı konusunda” bırakmak mecburiyetinde kaldığını, 
 
Araştırma grubuna Tarık Ümit’in telefonlarını tespit ettirdiğini, bu araştırma 
sonucu telefon konuşmalarının kendi bölgesinde TIR parkında çay ocağı işleten 
Avşar isimli bir kişinin telefonundan muhabere yaptığının tespit edildiğini, bu 
nedenle Avşar denilen kişinin alınıp sorgulandığını, Avşar’ın kendi adına olan 
bu telefonu Özel Harekatçı polislere kullanılmak üzere verdiğini, Avşar’ın 
üzerinden Özel Harekatta görevli iki polisin resimlerinin çıktığını, resimlerin 
divan pastahanesinde ve Bağdat Caddesindeki görevlilere teşhis için 
gösterildiğini, resmi kişiler olması nedeniyle tahkikatta zorlanıldığını, Haluk 
Kırcı’nın yine aynı olayla ilgili olarak gözaltına alınıp bırakıldığını, 
Avşar’ın üzerinde bir tabanca çıktığını, bunun balistiğe gönderilmek üzere 
istendiğinde, çeşitli resmi yerlerden baskı geldiğini, Jandarma Astsubayı Ahmet 
Altuntaş’ın belirttiğini, 
 
Tarık Ümit’in kaçırıldığı gün, Avşar denilen şahsa ait beyaz renkli Opel Astra 
marka bir arabanın Avşar’dan alındığı, Ziya isimli Polis Memuru tarafından ve 
Tarık Ümit’in kaçırılmasından üç gün sonra da Oğuz isimli Polis Memuru ile 
birlikte arabanın sahibine iade edildiğini, Avşar’a göre konunun içinde Abdullah 
Çatlı ve Arnavut Sami denilen kişiler olduğunu zannettiğini, bunlar hakkında 
araştırma yaptığını, hatta Özel Harekat Daire Başkanı ile de telefon konuşması 
yaptığını, bunların Astsubay Ahmet Altıntaş’ın yaptığını, 
 
12.1.1994 tarihinde Adana Şakirpaşa havaalanında sahte pasaportla yakalanan 
Metin Bozbağ’ın ifadesi doğrultusunda İstanbul’da Yaşar Öz isimli şahsın evinde 
ele geçirilen, Tarık Ümit adına verilmiş hususi, özel yeşil bir pasaport bu 
konuda Tarık Ümit’in sadece MİT ile çalışmadığını, 1987 yılında MİT ile ilk 
ilişkilerinin başladığını, ondan önce de Dündar Kılıç Behçet Cantürk’ün Devlet 
tarafından sorgulandığı tarihlerde şahit olarak bazı ifadeleri bulunduğunu, 1982 
yılında Dündar Kılıç, Şükrü Balcı ve diğer kaçakçılık konularında uyuşturucu 
kaçakçılığı konusunda bazı ifadeleri olduğunu, ondan sonra da 1985 yılında 
silahla bir saldırıya maruz kalıp ağır yaralandığını, o tarihte bunu Dündar 
Kılıç’ın yönlendirdiğini söylediğini, 1987 yılından sonrada kendi istihbari 
potansiyeli bulunduğunu, bundan yararlanarak kendi konularında, ondan 
yararlandıklarını, 
 
Tarık Ümit ile en son 1995 yılı Şubat ayı 28’ci günü onun evinde görüştüklerini, 
yalnız iki ayrı evi olduğu için hangisinde olduğunu bilemediğini, Özel Harekatçı 
Ziya ve Semih isimli iki polisin evinde kaldığını operasyonel konularda ve 
faaliyetlerde yardım etmesini istediklerini söylediğini ve bu polislerle kendi 
yanlarından telefonla konuştuğunu polislere kendi evinde olduğunu söylediğini, 
 
Tarık Ümit’in yasal çerçevedeki konularına giren hususlarda kullandıkları bir 
kişi olduğunu, ancak bunun dışında Devletin diğer istihbarat organlarıyla da 
irtibatı olduğunu bildiğini, onun meslek ahlakî yönünden kapsamının ne olduğunu 
ona sormadığını, ancak özellikle uyuşturucu kaçakçılığı konusunda Emniyet 
birimlerine yardım ettiğini genel hatlarıyla bildiğini, 
 
Teşkilatının Türkiye içinte Terörle Mücadele görevinin bulunmadığını, istihbari 
alanda böyle bir görevlerinin olduğunu ve intikal eden bilgileri gereken 
mercilere ilettiklerini, Tarık Ümit’inde bu çerçevede Türkiye içinde teşkilatla 
ilgili bir görevi olmadığını Türkiye dışında düşünülmesi gerektiğini, 
 
MİT Teşkilatına zaman zaman özellikle ihtilaller ve sıkıyönetimlerden sonra özel 
görevler verildiğini, kendisininde birçok bu tür görevlerde yer aldığını, kanuni 
görev sınırlarını aşan görevler olduğunu, örneğin babaların, mafyanın 
toplanmasından sonrada sorgulanmaları gibi görevler. Bu görevlerinde yasal 
çerçeveler de verildiğini, hatta sonradan bunların tartışmalarada neden 
olduğunu, yapılan tüm işlemin Devletin arşivlerinde bulunduğunu, bu tür işlerde 
büyük kütleleri ve büyük menfaat çevresini karşısına almak durumunda 
kalınacağını, doğru yapılmaz ise hem vicdanının hem de yaptığı görevle kendimizi 
bağdaştıramayacağını, birçok şeyin doğal olarak kağıda dökülmeden kafada 
olduğunu, otuz senelik meslek hayatının kafasında olan uzantılarının kağıda 
dökülmesinin biraz mümkün olmadığını, 
 
Bu tür olaylarda teşkilatının bir taraf gibi olmasını kabul edemediğini çünkü 
gördüğü manzaranın kendisini çok rahatsız ettiğini, bu manzarada da bir günah 
keçisi haline gelmek istemediğini, Emniyet Teşkilatında senelerce omuz omuza 
çalıştıkları arkadaşları bulunduğunu kader birliği yaptıkları insanlar olduğunu, 
keza askeri kesimde de aynı birliktelikleri olduğunu, söylenecek herşeyin yanlış 
yorumlamalara neden olacağını, birçok şeyin doğru olduğunu birkaç kişinin 
yaptığı olumsuz şeyler varsa bunların ortaya çıkmasını kendisininde istediğini, 
konulara bu aşamada çok daha değişik veçhelerde bakıldığını, böyle olduğu sürece 
de bu şeyin içinde herhangibir rol almak arzusunda olmadığını, 
 
Olayların yabancı istihbarat teşkilatlarıyla bağlantılı yönlerinin araştırılması 
gerektiğini, yurtdışında uzun süre kalmış kişilerin Türkiye’de karıştıklarını 
büyük eylemlerin çok dikkatle incelenmesi gerektiği, altında başka bir şeyler 
olup olmadığını incelenmesi gerektiği, var veya yok diye birşey söylemediğini, 
ancak Abdullah Çatlı gibi kişilerin sadece suç yönünden değil, yabancı 
istihbarat teşkilatlarıyla bir bağlantıları olup olmadığının da incelenmesi 
gerektiğini, 
 
Tarık Ümit’in kızının beyanlarındaki kendilerinin tanıdığı ve sizin tarafınızdan 
gönderilen iki MİT görevlisinin ziyaretlerine geldiğini ve babasının dönemin 
Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın bilgisi dahilinde, Müşavir Korkut Eken’in 
isteği üzerine özel harekatçılarca kaçırıldığını ve sorguda olduğunu 
söyledikleri konusunun kızın bir yorumu olarak nitelemek gerektiğini, biraz 
öncede belirttiği gibi Mehmet Ağar ile Tarık Ümit’in buzları erittiğine ilişkin 
Tarık Ümit ile konuşma yaptığını Mehmet Ağar ile Korkut Ekenle o tarihe kadar 
arasının iyi olmadığını bildiğini, 
 
Kendisinin Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin ile görüştüğünü, duyumlarını anlatarak 
Çatlı’nın elinde olduğuna dair duyumların doğruluğunun olması halinde yardımcı 
olmalarını ve bırakılmasının sağlanmasını ve mesele haline getirilmeyeceğini 
ifade ettiğini, Mehmet Ağar’ın böyle bir şeyden haberi olmadığını ve bakacağını 
söylediğini, 
 
Tarık Ümit’in Ziya ve Semih dediği polislerin kendisine Dündar Kılıç’a yönelik 
bir operasyonda beraber davranmayı teklif ettiklerini kendisininde böyle şeylere 
girmemesi konusunda telkinde bulunduğunu ve bu işlerden uzak kalması gerektiğini 
söylediğini, 
 
Astsubayın ifadesine göre Tarık Ümit’in Abdullah Çatlı’ya bu polis memurlarına 
teslim edildiğinden emin olduğunu, Tarık Ümit’in muhtemelen öldürüldüğünü ve 
Yalova taraflarına gömülmüş olabileceğini teşkilattaki arkadaşlarının 
söylediğini, Avşar’ın Jandarmada sorgulanması sırasında polis memuru Ayhan’ın 
telefonla onu aradığını onunda nedesin diye sorduğunda polis memurunun Yalova 
taraflarında olduğunu söylediğini, bunun üzerinede Astsubay Ahmet’in bir yorum 
getirdiğini Tarık’ında bu kadar süre ortadan kaybolup hiç kimseyi aramamasınında 
öldürüldüğü kanaatini pekiştirdiğini, 
 
Mehmet Özbay’ın Abdullah Çatlı olduğunu Jandarmanın bildiğini ve kendisininde 
oradan bildiğini belirtmiştir.(Ek:177) 
 
5-Tuncay ÖZKAN 18.2.1997 tarihli ifadesinde; Dünyanın diğer 
ülkelerinde olduğu gibi, gizli servislerin uyuşturucu kaçakçılarıyla birlikte iş 
yaptıklarını, onlarla birlikte şirketler kurduklarını, onları açığa çıkarmak 
için çeşitli çalışmalar yaptıklarını, Abdullah ÇATLI ve ülkücü arkadaşlarının 
haklarındaki mahkeme kararlarına ve arama tezkerelerine rağmen, zaman zaman ANAP 
gibi partilerin kongrelerinde izleyici, Bakanlıklarda Bakanların misafiri, 
Emniyet Genel Müdürlerinin arkadaşı, içlerinde Tansu ÇİLLER’in de bulunduğu 
Başbakanların görüşme gereğini duydukları kişiler arasında olduklarını, Turgut 
ÖZAL’ın sık sık görüşme isteğiniyinelemesine rağmen, belirtildiğine göre ÇATLI 
ve arkadaşlarının Güneydoğu politikasından dolayı ÖZAL’ı hain kabul ettiklerini 
ve görüşmediklerini, ASALA’ya yapılacak operasyonlarla ilgili olarak; Abdullah 
ÇATLI ve arkadaşlarıyla MİT arasında pazarlıkların olduğunu; bu pazarlık 
sırasında bu ülkücü insanların, MHP Genel Başkanı TÜRKEŞ’in o dönemde devam eden 
tutukluluğunun ortadan kaldırılması, Balgat katliamı sanıklarının da bulunduğu 
bir grup ülkücü teröristin haklarındaki davaların düşürülmesi ve tutuklu 
bulunanların salıverilmesi, bu kişilerin Türkiye’de serbest dolaşma haklarının 
sağlanmasını bildiğini, ASALA’ya karşı bazı heykellerin bombalanması, bir Ermeni 
destekçisi milletvekilinin arabasına bomba yerleştirilmesi gibi eylemler 
yapıldığını, bu eylemler karşılığında paralar alındığını, Oral ÇELİK’in bu işe 
karıştırılmaması özellikle rica edilmesine karşın grup tarafından eylemin 
zorluğu karşısında bu eylemi gerçekleştirebilecek kabiliyette görüldüğü için 
dahil edildiğini, özellikle Marsilya’daki eylemler sırasında ÇELİK’in olduğunu, 
Abdullah ÇATLI, Oral ÇELİK ve diğer insanların yurtdışında kullanıldıklarını, 
sonrasında ise hiç kullanılmamıştır gibi davranıldığını, Metin denilen 
görevlinin, emekli olduktan sonra, verdiği sözlerin gereğini yerine getirmek 
amacıyla dönüşlerinde Abdullah ÇATLI ve ailesine yardımcı olduğunu, 
Susurluk’taki kazadan önce Sami HOŞTAN’a ait Alman plakalı bir mercedesin 
ÇATLI’ların arabasını takip ettiğini, bu mercedesteki kişinin Abdullah ÇATLI ve 
Gonca US’u hastaneye götürdüğü bilgisini edindiğini, Oral ÇELİK, Abdullah ÇATLI, 
Mehmet Ali AĞCA’nın Abuzer UĞURLU denilen kaçakçıdan alınan sahte hint 
pasaportuyla yurtdışına çıktıklarını, Abuzer UĞURLU’nun bu pasaportu ülkücü 
koruma karşılığında kendilerine (Abdullah ÇATLI ve arkadaşları) sağladığını, 
bağlantıyı kuranların o dönemde gümrüklere yakın olan ve onlara ülkücü korumayı 
sağlayan kişiler olduklarını, yurtdışında bu insanlarla (Abdullah ÇATLI ve 
arkadaşları) bütün gizli servislerle ilişkisi olduğunu, Abdullah ÇATLI için 
Meclis koridorlarında Alparslan PEHLİVANLI gibi kişilerin aracılık yaptıklarını 
gördüğünü, Abdullah ÇATLI’nın Gökhan MARAŞ, Şanlıurfa eski Milletvekili Murat 
BATUR gibi birçok kişiyle görüştüğünü, Abdullah ÇATLI ve arkadaşlarına maddi 
desteğin korumalık yaptıkları ülkücü kitleden geldiğini, Abdullah ÇATLI’yı 
kokaine sürükleyen kişilerin başında Arnavut SAMİ denilen adamın geldiğini, 
Türkiye’de silah ticaretinde mafyanın parmağı olduğunu, Ömer Lütfi TOPAL 
Cinayetinde kullanılan silahların bu yolla geldiğini belirtmiştir.(Ek:178) 
 
6- Dündar Kılıç 1.3.1997 tarihli ifadesinde; 1935 Trabzon Sürmene 
Başdamar Köyünde doğduğunu, 1942 yılında Ankara’ya geldiklerini, 1964 yılında 
kan davası nedeniyle ailece İstanbul’a yerleştiklerini, halen de İstanbul’da 
ikamet ettiğini, 
 
1970 yılından itibaren kömür, kum, reklam ve filim şirketleri ve orta halli 7-8 
şirketi bulunduğunu, ortaokul mezunu olduğunu, 
 
1980 yılında ihtilal ile birlikte Polis Müdürü Atilla Aytek Kaçakçılık Daire 
Başkanı, Kaçakçılık Dairesi MİT görevlisi Mehmet Eymür ve yıllar öncesinde 
kendisinin yanında katiplik yapan Tarık Ümit’in Ankara’da generalleri yalan 
yanlış bilgilendirerek göreve geldiklerini, yılların insanların düşmanlarımızla 
anlaşarak, bazı insanlardan menfaat temin ederek, örneğin Çelik Döküm 
Fabrikasını gaspederek, faaliyet gösterdiklerini, 
 
Tarık Ümit’in Kurtuluş’ta beyaz eşya satan dükkanda müdürlük yaparken iki 
öğretim görevlisini Dündar Kılıç ismiyle tehdit ettiğini, bunu tespit ettiğini 
ve ona bunu nasıl yaptığını sorduğunu, ancak onun da gidip bu konuyu Mehmet 
Eymür ve Atilla Aytek’e anlattığını ve kendisini imha etmek için senaryo 
hazırladıklarını, 
 
Senaryo olarak; İsviçre’den bir mektup atıldığını, bunun Kaçakçılık Dairesine 
geldiğini, mektupta “Dündar Kılıç Ermenilerle anlaşmış, konsey üyelerine suikast 
yapma hazırlığında” şeklinde iddia bulunduğunu, bu iddia üzerine gözaltına 
alındıklarını, 82 gün gözetim ve işkence altında kaldığını, daha sonra Mamak’a 
gönderdiklerini ve sonuçta 5 yıl 1 ay 1 gün hapis yatmasını sağladıklarını, 
ondan 1,5 yıl önce yine bir senaryo hazırladıklarını, “bir gemi silah ve 
mühimmat geldiğini Türkiye’de bunun alıcısının ve satıcısının kendisi olduğunu 
ve Apo için getirtildiğini” iddia ediyorlar, ancak bir polis şefinin telefon 
ederek Dündar Kılıç’a söyleyin Eymür ve Jitemde bir Binbaşının bunu 
düzenlediğini belirtti ve Avukat Burhan Apaydın’ın işe el koyduğunu, Şişli 
Savcılığına şikayette bulunduklarını ve konu hakkında basın ve medyada yaygara 
yapınca, senaryonun ellerinde kaldığını, 
 
Bunların kaçakçılardan, “seni öldürecekler 500 bin dolar, 1 milyon dolar 
verirsen, senin katlini, infazını durdururum” şeklinde para aldıklarını, 
paraları paylaşamayınca da birbirlerini öldürdüklerini, 
 
Abisinin kadınlar kulübünde hissesi olduğunu, 50 milyon lira sermayesi olduğunu, 
o parayı istemeye gittiğinde abisine silah çekildiğini, sonunda kardeşi 
İbrahim’in bir okulun gecesinde Tarık Ümit ile karşılaştığını, masalarına şişe 
atınca yeğeninin onu ağır yaraladığını, Mehmet Eymür’ün o gece yeğeni Zekeriya 
Ülkücü’yü öldürdüğünü, kendisinin de onları öldürmesi gerekirken (devlet memuru 
olmalarından dolayı) bunu yapamadığını, bunların devletin içine sızmış devlet 
düşmanları olduğunu, 
 
Necdet Üruğ’un oğluna kömür ocağı vermesinin söz konusu olmadığını, 
 
Nuri Gündeş’i tanıdığını, son yedi yıl içinde kızının cenazesinde gördüğünü, 
 
35 yıl kumarhanecilik yaptığını, 
 
Bir gün kızının geldiğini, Ahmet Özal’ın Engin Civandan bir alacağı olduğunu, 
onun Kıyıkent’te yazlığı olduğunu kendisinin de iki sokak arkada, bunların Engin 
Civan’ın evine geldiğini, Engin Civan’ın Ahmet Bey’e parasını ödediğini, Selim 
Edes’e son kuruşuna kadar iade ettiğini, diğerinin ödemediğini söylediğini, 5 
milyon dolar olayı olduğunu, senaryo hazırladıklarını ve amaçlarının kendisinin 
evi önünde Engin Civan’ı öldürtmek istediklerini, kendisinin buna müdahale 
ettiğini, eğer böyle bir şey yapılırsa kendisinin tepki göstereceğini 
belirttiğini, 45 dakika sonra adamı hastahanenin önünde vurduklarını duyduğunu, 
80-100 milyon dolar için bunların yapıldığını söylüyor. Daha sonra kızının 
yanına iki yeğenini de alarak kanal 6’yı bastığını, orada onlara ateş ettiğini 
ve polis geldiğini ve polise bu işi örtbas ettirdiklerini, ama bu uygulama ile 
de onun ölüm fermanını hazırladıklarını, 
 
Alaattin’i Mehmet Eymür’ün koruduğunu yönlendirdiğini, her türlü resmi belgeyi 
MİT’in verdiğini, bunlaın masum insanları öldürdüğünü para için herşeyi 
yaptıklarını, kendisini mafya yada gangster olarak kabul etmediğini, kendilerine 
yakıştırılan şeyin kabadayı olması gerektiğini, onu koruduğunu, sevdiğini ve 
bunlar için yaşadığını başka bir iddiası bulunmadığın, 
 
Behçet Cantürk, Sarı Avni, Kam Durmuş’un kaçakçı olduğunu, Fahrettin Aslan’ı 
sevmediğini ancak kaçakçı olmadığını, 
 
Tarık Ümit’i suç ortaklarının öldürdüğü kanısında olduğunu, topladığı paraları 
suç ortaklarının götürmediğini duyduğunu, 
 
Kendisinin Diyarbakır’da hapiste yatarken 5.5 sene 56 celse süren mahkeme 
dolayısıyla Başbakan’dan dosyaların incelenmesi için hukukçu görevlendirmesini 
istediğini, Özer beyin kulağına parmak tıkadığını, yoksa özel ile bir düşmanlığı 
bulunmadığını, 
 
Ankara’da Kürt Cemali olayında, Mehmet kabadayısının onu öldürmesine karşılık 
abisinin cinayet masası şefi olması sebebiyle cinayeti kendisinin üzerine 
yıktıklarını ve bu sebeple 3 yıl hapiste yattığını, 
 
Atilla Aytek’in Cemalinin kahvesinde garsonluk yaptığını, sonra Komiser ve Müdür 
olduğunu ondan sonra da piç hüseyinin intikamı için kendisini adliye içinde iki 
defa öldürmek istediklerini, 
 
Hüseyin Kirli isminde bir kiralık katilin İstanbul’da iki kişi olarak sokakta 
kendisini sıkıştırdıklarını iki mermi yarası aldığını, onların olay yerinde 
öldüğünü, meşru müdafaa olduğu için 8 ay sonra serbest bırakıldığını, 
 
Kamu para aklama konusunda Özal’ın bu şeyleri serbest bırakmasının etkili 
olduğunu, valizlerle paraların geldiğini ve gittiğini Ömer Lütfü Topal’ın öyle 
masum bir insan olmadığını 40-50 adam öldürdüğünü, 
 
Ömer Lütfi Topal’ın içeriden satıldığını Tilki gibi bir adamı bu şekilde 
öldürülmesinin mümkün olmadığını, kendi adamlarının ölüm fermanına imza 
attıklarını, gittiği yeri kendisinin veya bir yada iki yakını dışında kimsenin 
bilemiyeceğini, 
 
Kendisine kumarhane için yetki vermediklerini, tefecilik yapan Sudi isimli 
kişiye 20 tane yer verdiklerini, Özalla aralarında bu nedenden dolayı bir 
husumet bulunduğunu, 
 
Sedat Semerci Paşayı tanımadığını, Şükrü Balcı’yı tanıdığını, fena adam 
olduğunu, birçok olayı önlediğini, Fahrettin Aslan’ın onunla çok geniş kapsamlı 
ilişkileri olduğunu, 
 
Kendisinin Almanya’ya tedavi için gitmek istemesine karşılık 5 yıl pasaport 
vermediklerini, 
 
Semra Özal’ı tanımadığını,Abdullah Çatlı’yı tanımadığını,MehmetÖzbay’ı 
tanımadığını,Korkut Eken’i tanımadığını,İbrahim Şahin’i Kurtuluşta beş sene önce 
Müdür Muavini iken yapılan bir bakımdan tanıdığını,Haluk Aktar’ı tanımadığını 
Cengiz Abaoğlunu tanıdığını, işçisi olarak çalıştığını, bilahare öldüğünü,Hacı 
Ali Aslan’ı tanıdığını, onunda rahmetlik olduğunu, Atilla Aytek’in Hacı Ali 
Aslanı, Nuri Gündeş’in kayınbiraderi diye boğmak istediğini,İstihbarat 
teşkilatını hem operasyon hem de infaz yaptığını, işkence yapıp, adam 
öldürebildiklerini,Kızı Uğur Kılıç’ın cenazesine bile gitmediğini, sadece 
çocuklarını bağrına bastığını, kızının ailesini dinlemediğini, bu işi de Mehmet 
Eymür’ün hazırladığını, 
 
MİT’in infaz timi içinde Çakıcı’nın olduğunu, Sivaslı 3-4 çocuk bulunduğunu, 
bunlardan iki tanesinin polis tarafından arandığını, ancak yakalanmadıklarını, 
Mehmet Eymür’ün bazı solcuları, hatta Nihat Evim’i öldürenleri Burca’da bir 
mahkemede 8-10 kişiyi beraat ettirdiğini ve onları dışarıdan kullanacaklarını, 
bunları Nasrullah Ayan vasıtasıyla yaptığını belirtmiştir.(Ek:179) 
 
7- Esat CANAN 5.12.1997 tarihli ifadesinde; Bazı faili meçhul 
cinayetlerle ilgili olarak; Savaş Buldan’ın 3 Haziran’da Çınar Otelinin 
gazinosundan gece saat 4 civarında diğer iki arkadaşıyla birlikte çıkarken 
otelin önünde üç arabanın beklediğini, bu arabaların içinde polis olduklarını 
söyleyen sekiz kişinin bulunduğunu, üçüne (Savaş Buldan ve arkadaşları) otelin 
önünde üst araması yapıldığını ve arabalara bindirilip götürüldüklerini, Bolu 
Yığılca İlçesine yakın bir mevkide Melen çayı kenarına cesetlerin atıldığını, 
olaydan sonra Savaş Buldan’ın ağbeyine, imzasız bir ihbar mektubu gittiğini, 
Abdullah Canan’ın 17 Ocak 1996 günü Hakkari’nin Yüksekova İlçesinde evinin 
önündeki arabasına binip eşine “silah ruhsatını yenileyeceğiz” diyerek ilçeden 
ayrıldığını, Hakkari’nin 10 uncu kilometresinde Yeniköprü denilen mevkide yol 
aramasına denk geldiğini, Abdullah Canan’ı panzer gibi bir başka arabaya 
götürdüklerini, araştırma yaptıkları bütün mercilerin kendilerince gözaltına 
alınmadığını söylediklerini, kayboluşunun üçüncü günü arabasının Van-Hakkari 
Karayolu Güzeldere mevkiinde bulunduğunu, Abdullah Canan’ın ağabeyinden Kahraman 
Bilgiç adında bir görevlinin “Abdullah Canan’la seni bugün yarın görüştüreceğim” 
diyerek 20 bin mark aldığını, kendisinin Abdullah Canan’ın yakını olarak 
Kahraman Bilgiç ile görüştüğünü, Kahraman Bilgiç’in “Abdullah Canan şu anda 
elimizde, hücreye koyduk, bunu Yüksekova Tabur Komutanı Mehmet Emin Binbaşı 
infaz edilmek üzere bize verdi” dediğini, Mehmet Emin Yurdakul Binbaşının 
Abdullah Canan’ın arabasını dere yatağına ittiğini, Kahraman Bilgiç’in “hiç 
kesinlikle birşey yapmayın, bu bizim görevimizdir. Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın 
gibi uygulamalar yaptık” dediğini, Kahraman Bilgiç’in Havar kod adıyla 
dolaştığını, Tugay Komutanına Kahraman Bilgiç’in “sadece 5 bin mark aldım” 
dediğini, kaçırma olayını ise inkar ettiğini, daha sonra Abdullah Canan’ın 
cesedinin bayramın ikinci günü jandarma tarafından bulunduğunu, bu konunun halen 
savcılıkta hazırlık soruşturması aşamasında olduğunu, o günden bu yana hiçbir 
gelişme olmadığını, olayın Diyarbakır DGM kapsamında olduğunu, yine 1993’te 
Sabri Çardak’ın Beşbulak Köyünde Mahir Karabağ ve Eyüp Karabağ’ı, Hacı Teknik’in 
Çukurca’da bu ekip tarafından öldürüldüğünü, yine Miktar Özeken, Şemsettin 
Yurtseven, Münir Sarıtaş, Mehmet Yaşar, Nezir Tekçi’nin yine bu ekip tarafından 
1994-95 yıllarında bu ekip tarafından alındığını ve bunların hiçbirisinden 
bugüne kadar bir haber alınamadığını, Havar kod adlı Kahraman Bilgiç’in Necip 
Baskın adlı kişinin fidye olayı sonrasında yakalandığını, Yüksekova’da 
tutuklanıp, Midyat Cezaevine nakledildiğini, Mehmet Emin Yurdakul’la ilgili 
olarak savcılığa 4 tane dosya intikal ettiğini, Kahraman Bilgiç’in sorguda 
Abdullah Canan’ı öldürdüklerini ifade ettiğini öğrendiklerini, ancak bu aşamada 
soruşturmanın yarıda kesildiğini, Hüseyin Oğuz adlı astsubayın “ben, sorgunun 
ilk üç gününde görev yaptım, o sorgu esnasında banda alınan ses var, binbaşının 
adı geçince o noktada beni sorgudan aldılar” dediğini, Yüksekova delillerinin 
saklandığını, Mehmet Emin Yurdakul binbaşının o dönemde Hakkari’de tugayda görev 
yapan Albay Hamdi Poyraz’la bir bağlantısının olduğunun söylediğini 
belirtmiştir.(Ek:180) 
 
8- Mehmet Hadi ÖZCAN 1.03.1997 tarihli ifadesinde; 1954 İzmit doğumlu, 
baba adının Hayri olduğunu, Sapanca Kırkpınar nüfusuna kayıtlı bulunduğunu, 1980 
öncesi Kırkpınar Ülkü Ocakları Başkanlığı yaptığını, iş olarak kendi arazileri 
üzerinde müteahhitlik yaptığını, halen 24 adet dosyadan yargılandığını, 
memleketinde herkesin kendisini çok iyi tanıdığını çete falan olmadığını, 
vurduğu adamların hepsi ile uzaktan akrabalıkları bulunduğunu, hasbelkader 
Abdullah Çatlı ile bir iş yaptığını, kendisini Emniyet Müdürü Altan Keçeli ve 
Belediye Başkanı Sefa Sürmen’in çete yaptığını, 
 
Daha önce uyuşturucu olarak eroin kullandığını, bilahare bunu bıraktığını, 
uyuşturucu satışı ile bir ilgisi bulunmadığını, İzmit’e eşinin annesi olduğu 
için gidip gelmekte olduğunu, 
 
Kendisinin gayrımeşru hiçbir işi olmadığını babasının tek oğlu olduğunu ve 
babasından kalan arazileri satarak yediğini kimseye muhtaç olmadığını, 
 
Emniyet Müdürü Nihat Candan’ın olduğu dönemde, 3 yıl kadar önce İzmit’te kaçak 
petrol hadisesi olduğunu, bunu PKK’lıların yaptığını, büyük paralar kazandığını, 
 
Türkçe okumasını ve yazmasını bilmeyen insanların, Samsun Terme’nin 
çingenelerinden bir grubun büyük paralar kazanması olayı olduğunu, gazeteci ve 
İl Başkanlarına göre 1 trilyon 200 milyar lira civarında bir parayı faizle 
çalıştırdıklarını, Emniyet müdürleri, Devlet adamlarınında bu çılıştırılan 
paralar içinde yaraları bulunduğunu, kahvelerinin adını bile savcılar 
kıraathanesi olduğunu, karılarının gündüzleri dilencilik yaptığını, 
kendilerininde % 35-40 faizle para dağıttıklarını, bu nedenlerle bir olay 
olduğunu duyduğunu, bir gün İzmit Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış bir çocukla, 
kendisinin şoförlüğünü yapan bir çocuğu kahvede ayağından vurduklarını, iki gün 
sonra onların kahvesinin tarandığını, bu olayda 3 kişinin ölüp, 7 kişinin 
yaralandığını, bunun üzerine bütün samsunluların İzmit’i terk ettiklerini, 
halkın bunu kendisinin yaptığını söylediğini, halbuki kendisinin yaptırmadığını, 
ancak yapmadımda diyemediğini, çünkü ya özel harekat, ya ülkü ocakları genel 
merkezinden gelenler ya da Hadi Özcan yaptırmış olabilirdi, bu konuda 
samsunluların tarafını tutan 2.Şube Müdürü ile görüştüğünü, olayın esas oluş 
şeklini ona anlattığını, esas olayı yapan adam Affan Keçeli zamanında polisin 
bir kez yakaladığını, ancak 250 milyon civarında yani 8 tane kadın bileziği 
avanta alınıp, işin bitirildiğini, bunların hepsinin ispatlı olduğunu, 
verenlerinde bunu şuanda kabul ettiğini ancak polisin bunların ifadesini 
almadığını ve almaya da yanaşmadığını, 
 
Of’lularla kendisinin arasını Sefa Sirmen’in kasıtlı olarak bozduğunu, onlarla 
kız alıp vermekten dolayı 30 yıllık anlaşmazlıkları olduğunu, 
 
Of’lunun çay bahçesi olduğunu, Belediyeden kiralandığını ve buraya kira bile 
vermediğini orada liseli gençlere esrar, eroin sattığını, onlarla ters 
düştüklerini yeğenini öldürdüklerini. Kütüphane açma kılıfı ile Belediyeden 9 
milyar lira vererek bu yeri almak istemelerini öğrenmesi üzerine Rıza Sirmen’i 
aradığını, iki sene önce Oflulara destek olduklarını Rıza Sirmene söylediğini 
kira almadıklarını 9 milyar verdiklerini, inkar etmediğini, eğer bunu yaparlarsa 
karşılarında kendisini bulacaklarını söylediğini, 
 
CHP’li Sefa Sirmen’in aslında Alaattin Keskin’in kendisine, Vefa Küçük’ün Belsa 
Plaza diye yaptığı yerin karşısında Tekel binası bulunduğunu, eski Tekel 
binasının 7 katlı 
 
olduğunu ve Belsa Plazanın görüntüsünü bozduğunu, bu arada Tekelin içinden 
malzemelerin TIR’larla Ali Şen’in Maga Deri isimli yerine götürüldüğünü, kapıda 
kaleşnkoflu adamlarının nöbet beklediğini, konunun hepsini Emniyet Müdür 
Yardımcısı Ayhan Toptaş’ın bildiğini, Televizyoncu Ali diye bir kişinin daha bu 
durumdan haberi olduğunu, daha sonra boş Tekel binasını yaktıklarını bu suretle 
hem Belsa Plaza’nın önünü açtıklarını hem de Tekel’in içindeki malları 
boşalttıklarını, bu suretlede bir taşla iki kuş vurduklarını, 
 
Her memlekette bir sürü kabadayılar bulunduğunu, bunun görmezden gelinmemesi 
gerektiğini, her kabadayınında korktuğu bir kabadayı olduğunu, bu tür konuların 
bu nedenle kendisine anlatılıp, aktarıldığını, 
 
Ofluların kayinçosunun Hurşit Yavaş olduğunu, Star turizmin sahibi olduğunu ve 
uyuşturucu ticaretinin en büyük isimlerinden olduğunu Hurşit’in kırmızı 
bültenlerle arandığı dönemde Türkiye’de iki cinayetten arandığını İstanbulda 
yatlardan, katlardan, bir sürü gayrimenkulleri bulunduğunu, hiç kimsenin o zaman 
onu yakalamadığını, Necdet Menzir’in sıkıştığını, onun zamanında yakalama 
yapılmadığını, şimdi gücünü ve para varlığını Necdet Menzir zamanında yaptığını, 
 
Hurşit’in Hollanda’da yakalatıldığını ve İngiltereye teslim edildiğini, oradan 
halen cezaevinde bulunduğunu, Sami Hoştan’ın Hurşit Yavaş ile arkadaşlık 
yaptığını, onun yakalanması üzerine Abdullah Çatlı ile arkadaşlık yapmaya 
başladığını, Hurşit’i Abdullah Çatlı’nın yakalattığını, Hurşit Yavaş’ın tüm 
malvarlığının Abdullah Çatlı ve Drej Ali’nin, Urfalıların eline geçtiğini, Star 
Turizmin araştırılması halinde bunun ortaya çıkabileceğini, 
 
Star Turizmin arabalarından Ankara’dan çıkışta bomba patladığını, daha sonrada 
Ulusoy’da patladığını, 
 
Tarık Ümit’in sevilmeyen bir adam olduğunu, MİT’in kullandığı bir adam olduğunu, 
Abdullah Çatlı’nın Tarık Ümit ile arkadaşlık yaptığını, ölmeden birkaç gece 
evvel Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı ile birlikte hücre evinde kaldıklarını 
bildiğini, kızının bunu bildiğini ama söylemediğini, Tarık Ümit’in 
öldürüldüğünde 3 milyon mark tutarında parasının kayıp olduğunu, bunu 
abazalardan duyduğunu Çatlı’nın Tarık Ümit’in öldürülmesinde bulunduğunu, bunu 
kendisinin söylediğini 
 
Halen kendisinin, Sefa Sirmen’in protokol Müdürünü kaçırmaktan dolayı 
yargılandığını, aslında Müdürü kendisinin kaçırmadığını, adamın kendisininde 
“Beni Hadi kaçırmadı” dediğini, ancak halen yargılandığını, bu adamın 
kaçırılmasında büyük kıyametler koptuğunu, kendisinin yeğeni öldürüldüğünde, 
Ocak başkanları vurulduğunda, üç kişinin öldürülüp yedi kişinin yaralandığında, 
Oflu Reşat’ın öldüğünde, abisinin öldürüldüğünde, İskender Gül’ün 
kaçırıldığında, baldızının iğfal edilip, oğlunun baldızını öldürdüğünde, iki gün 
sonra eşi ve oğlunun Bolu’da trafik kazasında öldüğünde kimsenin kılının 
kıpırdamadığını, bu olay olduğunda Hadi’nin çete olduğunu, Özgür Kocaeli Yeşil 
Gazetesinin sahibi Sefa Sürmen’inde, tüm İzmit’in de bunu bildiğini, Susurluk 
olayının oluşması halinde Behçet Cantürk ve tüm faili meçhullerin 
organizasyonunu kendi üzerine yükleyeceklerini, hatta solcu bir arkadaşının 
“Hadi, Sefa’ya yüklenme, Dursun Kamtaşın Sefayı öldüreceğini ve onu kahraman 
yapacağını Büyükşehir Belediye Başkanlığında Hikmet Erenkayayı aday 
göstereceklerini” söylemesi üzerine ona yüklenmediğini, 
 
Emniyet Müdürünün gazetelere ilan verdiğini, Yeşil Kocaeli Gazetesinde ben 
Hadi’yi teslim almayacağım, kendin yakalayacağım dediğini, İzmit Emniyet 
Müdürünün Sefa’dan aldığı paranın miktarının belli olmadığını, Ayvalıkta verilen 
villalar, kendisinin yakalanmasından sonra Emniyet Müdürüne alınan 17 milyar 
lira civarındaki arabayı herkesin bildiğini ve konuştuğunu, 
 
Malatyalı Engin diye bir delikanlının açtığa Engin Döviz diye bir yer var, 
İzmit’in en büyük faizcilik olaylarından birisini yaptığını, kollu makinalara 
para kaybettiğini, büyük borca girdiğini ve iflas ettiğini, Belsa Plazanın 
otoparkını Engin Dövize vereceklerini duyunca,Rızaya bu yeri Alaattin Keskin’e 
vermelerini söylediğini, bize halktan yana olun dediğini, bunun üzerine 
kendisine 20 milyar teklif ettiklerini, yanında da Kırmızı Kocaeli’nin Genel 
Müdürü Güngör Asman’ın olduğunu, bunu telefonla teklif ettiklerini bu konuda 
şahitlerde bulunduğunu, ancak kendisinin bu parayı kesinlikle istemediğini, 
alırsa avanta almış olacağını söylediğini, 
 
Seyfi Aydın diye birisi, şu anda cezaevinde bulunduğunu, çete üyeliğinden içeri 
girdiğini, ancak kendisinin bu adam ile yakından ya da uzaktan ilgisinin 
bulunmadığını, Adamın yeğenini hırsız diye yakalatmışlar, bunlar dağ köylerinde 
oturuyorlar dağlara villalar yapılmaya başlayınca birinci sınıf turistik bölge 
ilan edildiğini, Derbent Jandarmasında dayak zoruyla suçu kabul ettirdiklerini, 
cezaevine girdiğini 5.5 ay sonra asıl hırsız yakalandığını, çaldığı malların 
iade edildiğini, bu sayede bu çocuğun tahliye olduğunu, Seyfi Aydın’ın hırsızlık 
yapanlara sen bizi lekeledin, hata yaptın 200-300 bin dolar para vereceksin 
dediğini, aralarının gerginleştiğini, birbirlerini tehdit ettiklerini, 
 
Eski 2.Şube Müdürünün kendisine telefon ettiğini, Nezih Ömer diye birisini 
aramasını istediğini, bu şahsın ANAP İstanbul 2. Başkanı olduğunu, olaya 
kendisinin el koymasını istediğini, yani Seyfiyi halletmesini Hadi’den 
istediklerini, bulaşmak istemediğini, teslim olmak istediğini, bu anda Seyfiye 
tek söylediği şeyin ondan 300 bin dolar alması 50 bin dolar al dediği için 
dosyası olduğunu, 
 
Çete adıyla 33 kişiyi yakaladıklarını her mahkemeye çıktıklarında, birçok 
kişinin tahliye olduğunu, onun için kendisini tahliye olmaması yönünden 
Mahkemeye çıkartmadıklarını, şimdiye kadar 27 dosyanın 12-13 dosyasından 
Mahkemeye çıkıp, hepsinden tahliye olduğunu, ayrıca DGM’de de 12 dosyası 
bulunduğunu, davaların saçma sapan olduğunu oflu Reşat ve Muzaffer kardeşlerin 
öldürüldüğünü, Reşat’ın davasının normal mahkemede, Muzafferin davasının DGM’de 
çıktığını, 
 
Abdullah Çatlı ile kendisini İbrahim Şahin’in koruması Alper Tekdemir’in kardeşi 
Şahin Tekdemir’in tanıştırdığını, 
 
İzmitte PKK’lıların büyük para götürdüklerini, İzmit’e heray 20 bin ton petrol 
getireceklerini, kendisinden bir depo ve bir liman istediklerini en 
önemlisininde dağıtıcılarını bulmak olduğunu hepsini kendisinin bulduğunu, 
amacının İzmit’in PKK’lılardan temizlenmesi olduğunu, Abdullah Çatlı’yı bu 
ismiyle bildiğini, herşeyin ayarlandığını, ayda 20 bin ton petrol satacaklarını 
hesapladığını, Çatlı’nın Filipinlerden 3 milyon 600 bin dolar gelmedi diye 
sızlanması üzerine, o zaman kendisinin bu petrolü satalım dediğini, birilerinin 
kendisine 40 milyar lira vereceklerinisöylediğini, bu parayı hiç ihaleye 
girmeden ihaleye girmemek için avanta alanak verileceğini, o ana kadar 2-3 
milyar lira masraf etmiş olduğunu, 20 milyar liranın kendisine gerekli olduğunu, 
Çatlı’nın bunu kabul ettiğini tamam deyip ihaleye girerek onu Ankara’dan 
aldıklarını, bunun dedikodusu olabilir dendiği için ihalenin yeniden yapıldığını 
ve yine Çatlı’ların kazandığını, iki ayrı şirketede 4’er milyar lira avanta 
vererek, ihaleden çekilmelerini sağladıklarını, ihalenin alınışıyla, birlikte 
Abdullah Çatlı’nın değişmeye başladığını, petrolu satmayıp, bir ay içinde 
300-350 milyar lira yapacağını söylediklerini, kendisininde o arada para 
sıkıntısı çektiğini, kemerde bir otelde kalırken bir arkadaşının kendisine 
“Abdullah Çatlı şimdiye kadar kiminle ortaklık yaptı ise ya öldüğünü ya da 
yakalandığını” söyleyerek dikkatini çektiğini, bunun iyi olduğunu, çünkü 
Çatlı’ya o zaman yüzde yüz güvendiğini bu nedenle de kendisininde Çatlı 
tarafından öldürülebilecek olduğunu, 
 
İskenderunda 1500 ton petrolün Demir Çelik’e satıldığını, bunun parasını 
paylaşanlarında kendisine bir haftalık çek vereceklerini söylediklerini, bunun 
üzerine Ankara’da buluştuklarını, gittiği binanın kapısında Bucak A.Ş. 
yazdığını, Haluk Kırcı’nında orada bulunduğunu ve Sedat Bucak’ında orada 
olduğunu, parayı öderken, kendisine gözdağı vermeye çalıştıklarını, kendi hakkı 
olan 6 milyar lira yerine 500 milyon lira verilmeye kalkınca kendisinin tepki 
gösterdiğini ortağın % 50 alması gerektiğini, münakaşa ettiklerini, verilen 
parayı almadığını, aralarında soğuk harp başladığını, bu nedenle kendisinin 
eniştesi olan trilyoner Ali İhsan Kaya ile irtibata geçtiklerini Sami Hoştan ile 
gelip villa yapma gerekçeleriyle samimiyet kurduklarını, sonrada Hadi’nin onu 
öldüreceği hususunda korkutmaları ve kendisine karşı yönlendirdiklerini, daha 
sonra ofluların yönlendirdiklerini, tüm çabalarınında kendisinin yakalanması 
olduğunu, bu nedenlerle Emniyet 2. Şube Müdürü ile dolaştıklarını, çünkü 2. Şube 
Müdürü Kamil Toprak’ın sahiplerine koruma verdiğini, yakalandığında da 2. Şube 
Müdürünün hemen oradan sürüldüğünü, kendisinin Kanal 7’nin programcısı ile 
birlikte Rize’de bir gün çalıştıklarını, şimdi verilen ifadelerin aynısını Kanal 
7’ye verdiğini iki üç dosya doldurduklarını, ertesi gün programını bitiremeden 
yakalandığını, o bantlarda Mehmet Ağar’ı suçladığını, Emniyet Müdürünü Ankara’ya 
götürdüğünü ama kime verdiğini bilmediğini, Mehmet Ağar’ın o band yüzünden 
görevinden alındığını, belki de bandın Mesut Yılmaz’da olabileceğini, Emniyette 
kendisinden Abdullah Çatlıyı yakalamak üzere ifade aldıklarını söylemeleri 
sebebiyle bildiklerini anlattığını 15 gün savcılığa çıkaralım dediklerinde de 
kızıp tepki gösterdiğini, 
 
 
-------------------------------------------------------------------------------- 
 
Yine petrol ile ilgili olarak Makedonya asıllı, şu anda İngiliz vatandaşı olan, 
müslüman İdris Feyzuni diye bir adamın arkadaşının annesi olduğunu, kendisine 
petrol alışverişi dolayısıyla İzmit’te Turgay Çelebi’den 1 milyon 200 bin dolar 
alacağı olduğunu, adamın bunları dolandırdığını ve Interpolüde bağladığını 
hukuken alamadıkları için, yardım (kendisinden) istediklerini, Turgay ile 
müşterek dostlarını bulduğunu, ödeyeceğini beliren senetler falan yapıldığını, 
ellerinde hiç belge olmadığından senetlerinin belge olduğunu, bunun İdris Fevzi 
Öz’ün hoşuna giden bir hadise olduğunu, bu adamında İngiltere’de oturduğunu, 
Dünya Bankasının Arap Ülkelerinin temsilcisi olabileceğini, İran ve Suudi 
Arabistandan çok büyük yerleri alan bir adam olduğunu, o tarihlerde Bosna 
Heresek’te savaş olduğunu, Bosna-Hersek’in Iraktan alacakları olduğunu Saddam’ın 
bunu petrol olarak ödediğini ancak parası olmadığından ödeyemediğini, 
 
“İran ile Irak sınırındaki bir nehirden 2 bin tonluk motorlarla petrol çıkarılıp 
açık denizlerde 50 bin tonluk gemilere yüklenerek, oradan İngiltereye gidecek, 
satılacak ve karşılığında da ya silahla ya da para isteyecekleri” bir 
organizasyonu Çatlıya söylediğini ve Çatlı’nın bu işin üzerine atladığını, halen 
bu işin Ahmet Baydar tarafından kendi hesabı olarak yapıldığını, 
 
Entegre Tesisleri temizlik projesi için Ali Veziroğlunun Alman bankasından 
hazine garantili 300 milyon mark para aldıklarını, bunu Alman Hükümetine çevre 
danışmanlığı yapan Oktay Tabasaran diye bir yetkilinin imzası ile alındığını, 
ancak hiçbir şey yapmadan bu parayı yediklerini, göz boyamak için birkaç şey 
yapıldığını, ikinci olarak aynı bankadan 200 bin dolar istediklerini, Oktay 
Tabasaran’ın gelip yapılanları incelediğini ve bu kredi işlemine ilişkin 
belgeleri imzalamadığını, bu adamın kendisini bularak bilgi ve belge verdiğini, 
 
Kendisinin İbrahim Şahin’i onun 20 senelik arkadaşı olan Musavvat Dervişoğlunun, 
Muammer Derelinin damadı olduğunu, Çırağan Sarayında düğün yaptığını, nikah 
şahidinin Kadir İnanır ve Eyüp Aşık olduğunu, İbrahim Şahin’inde orada 
bulunduğunu, Dervişoğlu vasıtasıyla İbrahim Şahin ile Ankara’da bir otelde 
buluştuklarını, Abdullah Çatlı için, ona iyilik yaptığını, ancak onun kendisini 
yakalatmak ve öldürtmek istediğini, bu yönden kendisine yardımcı olunmasını 
istediğini, onunda allah belasını versin görüşmüyorum dediğini, İstanbul’da 
ikinci bir kez buluştuklarında yine aynı şeyleri söylediğini, 
 
Çatlı’nın Kürşat Yılmaz ile ilgisi olduğunu Kürşat’ın Ünye de hapiste yattığı 
sırada, kendisi ile onu kapıştırmak için Kürşat’a 3 milyar lira gönderdiğini, 
 
Abdullah Çatlı’nın ve hepsinin Mehmet Ağar’dan korktuklarını, kendisininde bir 
Milletvekili arkadaşı ile Mehmet Ağar’ın haber gönderdiğini, onunda Çatlı ve 
diğerleri için ölseler de kurtulsam dediğini, 
 
Musarrat Dervişoğlu ile bir gün bir karar aldıklarını, buna göre Abdullah 
Çatlı’yı Kürşat Yılmaz ve Yeşili öldürüp Türkiyeyi temizlemeye karar 
verdiklerini, üç ay içinde Kürşatın bulunduğu bütün yerleri söylediğini çünkü 
İbrahim Şahin’e telefonda ana avrat küfrettiğinden dolayı Kürşat’ın ölmesini 
istediğini, ancak Abdullah Çatlı’nın yerini bir kez bile söylemediğini, 
 
Veli Küçüğün İl’inde Alay Komutanlığı yaptığını, teslim olacağı zaman onunla 
telefonla görüştüğünü, Samsunlular olayını yapan çocuğun bırakıldığı zaman, 
Albayın telefonla bu çocuğun belinde silah cebinde esrar varken bırakıldı, başka 
kimlikle bırakıldı dediğini, bu Salman’ın adının Abdi Nakış olmayıp, Sultan 
Nakış olduğunu bildirdiğini, bu adamın 4 cinayet 7 yaralamadan dolayı cezaevi 
firarisi olarak arandığını ve bu adamın saklandığını söylediğini, onun üzerine 
Sultan Nakış’ın ifadesini kendisinin aldığını, bilerek yanlış aldığını o ara 
Sedat Peker’e ilişkin bir uygulama yapmak için ifade aldığını, ancak polisin 
Sedat Peker’in polis tarafından alınıp, dönüldüğünü ve birçok konuda 
konuşturulduğunu, Veli Küçük ile kendisinin hiçbir ilgisinin olmadığını, 
 
Hüseyin Kocadağ ve Ali Şen’in arkadaş olduklarını, o ikisininde Fenerbahçenin 
yönetiminde bulunduklarını, İzmit’te herkesin Saffet’in olayından Ali Şen’in 3-4 
milyon doları akladığını, ancak kimsenin bunu ispat etmediğini, kendisinin 
edebileceğini ancak kendisininde hapiste olduğunu,Hanefi Avcı’yı 
tanımadığını,Veli Aktaş isimli arkadaşının Galatasaraylılar cemiyetinin Ankara 
Şubesine bakan ve Gazi Üniversitesinde profesörlük yaptığını Abdullah Yılmaz ile 
kendisini onun tanıştırdığını, kendisinden 15 seneden bu yana ilk defa böyle bir 
şey istediğini, konuyu bilen Bilal Atak isimli arkadaşı olduğunu, bu adamların 
150 bin dolar ayırarak Bulgaristan’a gönderdiğini, Türkiye’ye kömür getirilmesi 
için Bulgaristan da bir adamla tanıştıklarını, birkısım paralar karşılığı 6 ay 
kömür gelmediğini, gelen kömürün ise toz halinde olduğunu, Bilal ATAK’ın bunu 
geri gönderdiğini, paranın orada kaldığını, bu arada Abdullah Yılmaz’ın enerji 
alışverişi ile ilgili olarak Bulgaristandaki bu adamları Türkiye’ye getirdiğini, 
Bilal Atak bunların Ankara’ya geldiğini öğrendiğini, bunların otelde 
yakalandığını ve parasının iade edilmemesi nedeniyle Abdullah Yılmazın 
kızdığını, bunlarında Bilal’e dönüşte İzmit’e uğrayıp parayı ödeyeceklerini 
söylediklerini, Bilal Atak’ında onların takibine bir adam koyduğunu, bilahare 
köprüde 4 Bulgarın öldürüldüğünü, bilahare Abdullah Yılmaz’a telefon açarak, 
o’nun öldüğünü, sıranın kendisinde olduğunu söylediklerini, Abdullah Yılmaz’ın 
korktuğunu, Melih Aktaş’a söylediğini, Aktaş’ında kendisine söylediğini, 
kendisinin bunları yan yana getirdiğini, Atak’a 150 bin dolarının kendisinde 
olduğunu söylediğini, Turgay Çelebi’den 1 milyon 200 bin dolar alacaklarını, o 
zaman paralarını ödeyeceklerini söylediğini ve onları barıştırdığını, Turgay 
Çelebinin iflası nedeniyle 150 bin dolar ödenemeyince, Abdullah Yılmaz 
korktuğunu Bilal Ataktan, Genel Müdür Yardımcısı Kaya ile çocukluk arkadaşı 
olduğunu oradan kendisine sılaşı vermeyi kararlaştırdıklarını ve kendisininde 
tonu 10 dolardan sılaşı satın aldığını, yumurtalık hattı açıldığında da 110 bin 
tona yakın mal olduğunu, o malıda sılaş diye vereceklerini ve onlarında bunu 
fabrikalara fuel-oil olarak satacaklarını, ancak bu işler patlayınca, onun da 
durduğunu,kendisinin Abdullah Yılmaz’a hasta çocuğunun tedavi masraflarıda dahil 
olmak üzere enaz beş milyar lira verdiğini belirtmiştir. (Ek:181) 
 
9- Şahin TEKDEMİR 14.03.1997 tarihli ifadesinde; 1964 Kocaeli Keteme 
doğumlu olduğunu, ilkokulu İzmit’te okuduğunu, sonrada serbest çalışmaya 
başladığını, önce araba alıp satmaya başladığını 1989-1990 senesinde yurtdışına 
çıktığını, Alman vatandaşı ile evlendiğini, Almanya, hollanda ve Belçika’da 
kalıp, Türkiye’ye döndüğünü, büyük kardeşinin polis olduğunu, İbrahim Şahin’in 
korumalığını yaptığını, 
 
Suçunun Hadi Özcan’ı tanımak olduğunu suçlandığı konular içerisinde Of’lu 
Muzaffer’i öldürmek, bunların silah temin etmek, bunlarla çete kurmak gibi 
ilgisi olmayan suçlardan cezaevine gönderildiğini, 
 
Hadi Özcan’ı abisinin 1980 öncesi öğretmen lisesindeokuduğu sırada, okulda 
meydana gelen taşlı sopalı kavgalar sırasında, tanıdğını, boş zamanlarında okula 
giderek abisine göz kulak olduğunu, Hadi Özcan’ın MHP’li olduğunu, kendisinin de 
MHP’li olduğunu, 
 
Abisinin siyasî bir yönü bulunduğunu, halen açığa alınmış durumda bulunduğunu, 
İbrahim Şahin’in koruması olduğu için açıkta olduğunu, 1985 ya da 1986 da özel 
harekata girdiğini, kursların sonunda Siirt’e gittiğini, 4-5 yıl kaldığını, 
sonra tayinen İzmir’e gittiğini, İbrahim Şahin’in Özel Harekat Daire 
Başkanlığına gelmesi üzerine tayininin Ankaraya çıktığını, 
 
Abdullah Çatlı’yı tanıdığını, kendisine Mehmet Özbay olarak tanıtıldığını, ancak 
onunla yurtdışında tanışmış olduğunu, Türkiye’de Abdullah Çatlı olduğunu 
öğrendiğini, ancak kimseye birşey söylemediğini, 
 
1990 yılında Almanya’da Hanover Havaalanında birisini bekler iken, kendisini 
orada gördüğünü Türk olduğunu öğrenince konuştuğumuz, adamın Mehmet Özbay 
olduğunu söylediğini, Türkiye’de iken de İzmit’ten geçerken kendisine uğradığını 
bir iki kez İzmirde karşılaştıklarını fuarda lunapark müdürlüğü yaparken 
karşılaştıklarını, 
 
Abdullah Çatlı’yı, Mehmet Özbay adıyla Hadi’ye tanıştıranın kendisi olduğunu, bu 
nedenle Hadi ile aralarının açıldığını, petrol işinden dolayı kendisine kazık 
attırmakla suçlandığını, Abdullah Çatlı’nın kendisine ortaklık yaparken insanın 
bir şeye para koyması lazım, bunu koymadığı için ortak olamadık demesi sebebiyle 
Çatlı’yı haklı gördüğünü, Hadi’yi abisi Alper ile tanıştırmadığını, 
 
Yedi TİP’li olaylarından dolayı sağdan, soldan duyumlar nedenleriyle Abdullah 
Çatlı’nın kaçak olduğunu, bildiğini, sağdan soldan onun Asala ile mücadele etmiş 
olduğunu öğrendiğini bu nedenle de hoşuna gittiğini, 
 
İzmir’de birlikte yemek yerler iken, konuştuklarını, kendisini tanıyıp 
tanımadığını, kim olduğunu bilip bilmediğini sorması üzerine, onu tanıdığım, 
bildiğim onunla böyle mevzulara girmek istemediğini, geçmişini bilmek 
istemediğini söylediğini, Abdullah Çatlı’yı birkaç defa Haluk Kırcı ile 
gördüğünü, 
 
İbrahim Şahin ile Abdullah Çatlının tanışık olduğunu bilmediğini, Holis olan 
Ercan Ersoy ve Ayhan Akçay’ı tanımadığını, başka işlere karışıp karışmadıklarını 
bilmediğini, 
 
Hadi Özcan’ı çok sevdiğini, nesli tükenmiş kel aynak kuşu olduğunu, varını 
yoğunu olmayanlarla paylaşan iyi bir insan olduğunu, hep haklının yanında 
olduğunu onun tahsilat işleriyle uğraştığını bilmediğini, yaptığı bir iş 
karşılığında para alacağını da tahmin etmediğini, 
 
Kendisinin abisi tarafından teslim edildiğini, git teslim ol, suçsuzsun, 
kaçmaman gerek yok demesi üzerine teslim olduğunu, 8 dosyadan sorumlu 
tuttuklarını, 9 aydır cezaevinde olduğunu, 
 
Latif Özdamak diye bir arkadaşı olduğunu Özel Harekatçı, Siirt’ten gelen bir 
hocanın yanına gittiğini, camide yapılacak işler için onun yardımcı olduğunu, 
izinli olduğunda, bayramlarda geldiğini ve cami inşaatına yardım ettiğini, 
kendisinin telefonu ile telefon ettiğini, daha sonra bu adamı kendisine silah 
getirdi diye yargıladıklarını ve görevden aldıklarını, vicdan azabı duyduğunu, 
 
Of’lu Muzafferin öldürülmesinde kendisinin suçlandığını, orada olduğunun iddia 
edildiğini kendi arabasının renginde bir araba ile öldürüldüğünü, arabasının 
hemen Emniyet binası ile yanyana bulunduğunu, 
 
Abdullah Çatlı’yı abisinden çok sevdiğini bu sebeble de onun kaçak birisi 
olduğunu abisine söylemediğini, Abdullah Çatlı ile birlikte hiçbir iş 
yapmadığını, kendisinin galerisi olduğunu ve kiralık araba servisi işlettiğini, 
 
Abdullah Çatlı ile Ahmet Baydar’ın ramazan ayında akşam vakti iftar yemeğinde 
kendisine uğradıklarını, yemek yerken konuştuklarını, bir petrol işi olduğunu 
söylediğini, ister ortak isterseniz onu komisyona verin Hadi Özcan ile bu işi 
yapma dediğini, bunun üzerine onları tanıştırdığını, petrolün alındığını, 
alındıktan sonra bazı olaylar olduğunu, bu yüzden Hadi ile aralarının 
açıldığını, Çatlı’nın petrolu satıp, paraları yiyip, bir şey göndermediğini 
Hadi’nin söylediğini, kendisininde Abdullah Çatlıya kızan herkeze kızdığını, 
Abdullah Çatlı ile Hadi Özcan’ın kendi yanında yerlerinin ayrı ayrı olduğunu hiç 
kimse ile de küs olmadığını belirtmiştir.(Ek:182) 
 
10- Necdet KÜÇÜKTAŞKINER 17.03.1997 tarihli ifadesinde; Askerliğini 
bitirir bitirmez 1966 yılı Haziran ayında MİT’e girdiğini, 1973’e kadar Emniyet 
Müfettişi kadrosunda bu teşkilatta çalıştığını, MİT’in CIA tarafından proroke 
edildiği, Baybaşin ile ilgili olayların 1983 tarihinde başladığını, Feridun 
Kocamaz adındaki emlakçının, “benim bir dostum İstanbul 2. Şubeye nezarete 
düşmüş ilgilenirmisin?” demesi üzerine İstanbul Emniyel 2. Şube Müdür Yardımcısı 
Mehmet Ağar’a Başbayin’in durumunu sorduğunu, Mehmet Ağar’dan Baybaşin’i gasptan 
aldıklarını öğrendiğini, bunun üzerine onun vekaletini olmadığını, sözü edilen 
kişinin Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilerek tutuklandığını davasına 
hangi avukatların baktığını bilmediğini, 1986 yılında İngiltere’ye bir iş için 
gideceği sırada Baybaşin’in İngilterede 12 seneye mahkum olduğunu öğrendiğini, 
Baybaşin’in iki tane Kıbrıslı kızın eroin getirdiği bir mahalde dolakırken 
yakalandığını, polislerin ona tesadüfen yakalandığını, kızların malı onun 
verdiğini söylediklerini, onun üzerine Baybaşin’in Island Wight denilen küçük 
bir adadaki hapishaneye hükümlü olarak konulduğunu, Mete Bozbora, Hüseyin 
Çoban’la birlikte cezaevinde Baybaşin’le görüşme yaptıklarını, Baybayin’in orada 
durumunun çok kötü olduğunu, hergün dayak yediğini, ne yapıp edip kendisini 
Türkiye’ye götürmelerini istediğini, Hüseyin Başbayin’in kendisine yalan 
söylediğini tespit ettiklerini ve davasını yine almadıklarını, sonradan 
öğrendiklerine göre 1986 dan sonra başkaları kanalıyla Türkiyedeki bir İngiliz 
ile tabur edilmek suretiyle Türkiyeye gelişinin sağlandığını, Bayrampaşa da 
cezaevinde olduğunu, tahminen 1988 de gelmiş olabileceğini, yine tahminen 1989 
senesinde Mete beyle beraber, Feridun Kocamaz’ın yanında üç tane daha adamın 
yazıhanelerine geldiklerini, Hüseyin Başbayin’in kardeşi Mehmet Şirin 
Baybaşin’in Silivri’de bir çiftlikte yakalanan eroin ile ilgili olan ve İstanbul 
Devlet Güvenlik Mahkemesinde devam eden davalarını aldıklarını, bu davayı iki 
celse girdikten sonra bıraktıklarını, bu olaylarda herhangi bir siyasînin veya 
yöneticinin ilişkisini bilmediğini, Baybaşin’in hayatı boyunca dört veya beş 
defa gördüğünü belirtmiştir.(Ek:183) 
 
11-İstanbul Valisi Rıdvan YENİŞEN 27.12.1996 tarihli ifadesinde; Sayın 
Cumhurbaşkanı sık sık İstanbul’a gelir ve kendisiyle sık sık görüşürüz, 14 Kasım 
günü çok yoğun bir programları vardı. Program sonrasında da Polat Renasionse 
otelde bir akşam programı vardı, o programdan sonra evde Kemal Yazıcıoğlu ile 
görüşebileceğini söylediler, 22.00 sıralarında. Sayın Cumhurbaşkanımızla 
birlikte otelden çıktık, Leventteki ikametgahta Kemal bey bizi kapıda karşıladı 
ve içeriye girdik; Sayın Cumhurbaşkanının konuyu sormaları üzerine, Yazıcıoğlu, 
25.8.1996 günü Emniyet Asayiş Şube Müdürlüğü Cinayet Büro Amirliğine gelen 
isimsiz telefon ihbarında Ömer Lütfü Topal’ı Özel Harekat polisleri Ercan Ersoy, 
Ayhan Çarkın, Oğuz Yorulmaz ile maktülün ortakları olduğu söylenen Ali Fevzi Bir 
(Aliço) Sami Hoştan (Arnavut Sami) adlı şahısların öldürdüğünü beyan ediyor. Bu 
ihbar üzerine ön çalışma yapıldığını takip edildiklerini, 28.8.1996 tarihinde bu 
kişilerin Asayiş Şube Müdürlüğünce gözaltına alındıklarını, olayda kullanılan 
silahın Şarjörü üzerindeki koli bandından elde edilen parmak izi ile bu beş 
kişinin parmak izi mukayesesinin yapıldığını, benzerlik olmadığının tespiti 
üzerine İçişleri Bakanıyla da görüşülerek, onun talimatı ile Genel Müdürlük ile 
temas kurulup, daha geniş imkânlarla araştırma yapılmak üzere 29.8.1996 günü 
akşamı bir tutanakla beş kişi, Genel Müdürlükten görevlendirilen ekibe teslim 
edildiklerini, Yazıcıoğlu’nun, bunlar Ankaraya gönderildikten sonraki günlerde 
yapılan araştırmalara göre, elde edilen bazı karineler ve işaretlerin bu öldürme 
fiilini bunların yaptığı intibaını verdiğini ifade ettiği, 
 
Sayın Cumhurbaşkanının, Emniyet Müdürüne, gözetim altına aldığını şahısların 
yazılı ifadelerini aldınız mı? bu sorguya, karşılıklı görüşmeyle ilgili bant 
kayıt, bu şekilde bir kayıt var mı? sorularının, Yazıcıoğlunun alınmış yazılı 
ifade olmadığı, bant, kaset bulunmadığını kesin bir dille Cumhurbaşkanına ifade 
ettiğini, Cumhurbaşkanı’nında, hiçbir zaman Devlet suç işledi olmaz, hangi şahıs 
suç işledi ise Devlet onun yakasına yapışmalı , bunlara Devlet karşı çıkar 
şeklinde beyanda bulunarak; her türlü imkân kullanılacak, gayret sarf edilecek 
ve Devletin şüphelerden, şaibelerden arındırılıp temize çıkarılmasını” 
istediğini, talimat olarak verdiğini, 
 
Olay günü yine bir telefon ihbarıyla, 23.30’da Yeniköy Karakol Amirliği ve 
Taneceviz Sokağında bir otoya seri şekilde silahla ateş edildiğinin 
bildirildiğini, ekibin bahse konu yere gittiğinde, çalışır vaziyette 34 BTG 96 
plakalı BMW oto içinde Ömer Lütfü Topal’ın cesediyle karşılaşıldığını, maktülün 
incelemelerinin yapıldığını, otonun arkasından 20 metre uzaklıktan atılmış 7.61 
mm çaplı kalaşinkof marka iki tüfek bulunduğunu, tüfeklerden birinde, üzerine 
takılı vaziyette koli bandı ile sarılmış bir adet şarjör olduğunu tüfeğin 
şarjöründeki koli bandı yapışkan iç yüzeyinden mukayese edilir nitelikte parmak 
izi tesbiti yapıldığını, bu tesbitin Bekletme Fişine yapıştırıldığını, o orada 
dururken 5 Aralık günü Sabah Gazetesinde çıkan Abdullah Çatlı’nın Şahin Ekli 
adını kullandığına dair bir haber üzerine ki o tarihte Emniyet Müdürününde 
görevinden uzaklaştırılmış olduğunu, kendisinin bilgisi dahilinde arşiv 
araştırması yapıldığını, 26.2.1992 tarihinde yurtdışına çıkarken Şahin Ekli 
adına düzenlenmiş sahte pasaportla yakalandığına ilişkin kaydı bulduklarını, o 
tarihte parmak izinin on parmak olarak alınıp, Bakırköy Cumhuriyet Savcılığına 
sanığın sevk edildiğini, Savcılığın tahkikat açmasına karşın suç niteliği 
sebebiyle sanığın serbest bırakıldığını, 
 
Abdullah Çatlı’nın diğer parmak izlerinin de kayıtlardan çıkarılarak tüm parmak 
izleri karşılaştırmasında bütün izler arasından tam bir uygunluk sağlandığını 
tesbit edildiğini, 1977 yılında Abdullah Çatlı’nın 6136 sayılı kanununa 
muhalefet, polise ateş etmek suçlarından Balıkesir Edremit’te de alınmış parmak 
izleri bulunduğunu, 
 
Abdullah Çatlı’nın Interpol tarafından alınan parmak izleriyle, Türkiye’de 
tesbit edilen parmak izleri arasında bir uyum tesbitinin yapılıp yapılmadığını 
bilmediğini, koli bandı dışında parmak izi tesbit edilmemiş olduğunu, sağ orta 
yarım parmak izinden başka parmak izi bulunamadığını, diğerlerinin eldivenli 
olduğunun söylendiğini, 
 
Emniyet Müdürünün Cumhurbaşkanı ile görüşmeyi kendisinin talep ettiğini, 
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve İçişleri Bakanının İstanbul Valisinden bu olayla 
ilgili bilgi talep etmediklerini, 
 
Emniyet Müdürünün kendisine herhangibir band olmadığını söylediğini, 
 
Cumhurbaşkanından destek alarak, yetki almak amacıyla görüşme oldu ifadesinin 
Cumhuriyet Savcılarının niyabeten Emniyet güvenlik kuvvetlerinin adli bir 
araştırma yapmasında hukuken bir aksaklık bulunmadığını, bu yetkilerinin 
kullanılmasını adli yada idari mercilerden kaynaklanan bir engel bulunmadığını, 
parmak izinin yüzde yüz hiç değişmesi mümkün olmayan bir delil olduğunu, 
sonrasınında bağımsız Türk Adliyesine ait olduğunu, 
 
Kendisinin de kişilerin Emniyet Genel Müdürlüğüne tesliminden sonra haberinin 
olduğunu, neden bilgi verilmediğini ilgililerden sorduğunda, bunların memur 
olması nedeniyle hassas bir konu olduğunu, bir ihbar üzerine işlem yapıldığını, 
maddi delil elde edilmesi halinde zaten Sarıyer Savcılığına verileceklerini ve 
aynı anda da Vilayete bildireceklerini söylediklerini, 
 
İstanbul’da bugün 25 tane talih oyunları oynanan salonlar bulunduğunu, İçişleri 
Bakanlığının yazdıkları yazıdan sonra İstanbul Valiliği olarak resmi Gazete’de 
yayınlanan 1 Ekim tarihli bir tebliğ, ilan, yasaklama kararı çırkarttıklarını, 
şimdiden sonra yeni düzenleme yapılıncaya kadar bu yerlere Türk vatandaşlarının 
alınmasının yasaklandığını, Türklerin alınması halinde Polis Vazife ve Selahiyet 
Kanununun ilgili maddelerinin uygulanacağını, yani kapatılabileceğini gerekçeli 
bir yazıyla Resmi Gazete’de yayınlatıp, bu uygulama çeşitli ikazlarımızdan sonra 
muhtelif şekilde çok kapatma kararı şahsen uygulamaya başladığını, idare 
mahkemesinin bir süre sonra bu tebliğ için yürütmeyi durdurma kararı verdiğini, 
o zaman tebliğin geçerliliğinin kalmadığını, böylece de oyun salonları eski 
durumuna dönmüş olduğunu, yargı kararına uymaktan başka yapacağı bir şey 
olmadığını, 
 
İstanbul Emniyet Müdürü iken Bursa Valiliğine atanan Orhan Taşanların, bu atama 
üzerine verdiği “beni kumarhaneler mafyası buraya tayin ettirdi” şeklindeki 
beyanı konusunda da, kumarhaneler için aldığı tedbirler nedeniyle hiçbir güçlük 
ya da zorlukla karşılaşmadığını, pekçok büyük oteli kapatmasına karşılık, konuya 
ilişkin bir ricacının bile kendisine gelmediğini, görevin yapılması halinde bir 
şey olmayacağı kanaatinde olduğunu, Devletten güçlü kimsenin bulunmadığını, 
Bursa İl’ine Vali olarak atanmanında bir terfi olduğunu belirtmiştir.(Ek:184) 
 
12- Ahmet BAYDAR 22.01.1997 tarihli ifadesinde; Yozgat Milletvekili 
Ahmet Baydar’ın torunu olduğunu, ondan öncede Belediye Başkanlığı yaptığını, 
Binbaşı Halil Baydar’ın tüccar olduğunu ceviz tomruğu yaptığını, 
 
Uzun yıllar kendisinin Perşembe pazarında demir-çelik ithalatı yaptığını, 1980 
yılında iş hayatına atıldığını, 1985 yılına kadar demir çelik ticareti 
yaptığını, Türkiye’de üretim sıkıntısı doğ da dünya pazarlarından ithalat 
yaptıklarını, sık sık döviz dalgalanması sebebiyle kazandığı yada kaybettiği 
dönemler olduğunu, pamuk balya çemberi üreterek sanayicilik yaptığını, bu 
üretimlerinin 8-10 yıl sürdüğünü, 
 
İki ikibuçuk yıl önce burada bir arkadaşı ile otururken yanlarındaki masada 
bulunan kişilerin anlattığı bir fıkra nedeniyle tanıştıklarını, birbirlerine 
kartlarını verdiklerini ve daha sonrada Mehmet Özbay isimli bu kişinin ofisine 
geldiğini, bu karşılaşmanın İstanbul’da olduğunu, sözkonusu yerin adının Zeytin 
Sardunya olduğunu, kendisine tekstil ihracaatı yaptığını söylediğini, Arzu hanım 
isminde bir kişi ile beraberliği olduğunu, onun kızkardeşinin de izmir’de 
yaşayıp, zaman zaman İstanbul’a geldiğini, bu gelişlerinden birisinde Gonca 
hanımın, Mehmet Bey’le tanıştıklarını, bir müddet sonrada arkadaşlık yapmaya 
başladıklarını, 
 
Baysa şirketini Ant Güven Sazak karısı Slvia Sazak, kendisi, Mine Baydar ve oğlu 
Alper Baydar ile birlikte 1992 yılında kendisinin kurduğunu, 1995 yılında 
ortaklıktan ayrılma kararı aldıklarını yönetim kurulunda enaz 3 kişi olması 
gerektiğinden kendisi dışında ikinci kişi olarak 16 yıldır yanında çalışan Fehmi 
Tarım’a yönetim kurulu üyeliği verdiğini, o sırada Mehmet Beyin orada 
oturduğunu, üçüncü kişi olarak kimi yapalım diye kendi kendilerine düşünürken, 
onun ben olabilirim dediğini, bu nedenle de yönetim kurulu üyesi olduğunu, ancak 
başsanın % 100 hamiline hisse senetlerinin kendisine ait olduğunu, şirketin 
alanının inşaat, petrol, dış ticaret, ithalat, ihracat gibi çok geniş olduğunu, 
 
Baysaş’ın tek yaptığı işin Botaş’taki sılaç (petrol çamuru) sanayie verilmesi ve 
çamurun bulunduğu yerin temizlenmesi işi, onun miktarının 22 bin ton olarak 
hesap edildiğini 220 bin dolar, o zamanın parası ile 10 milyar lira olduğunu, 
ancak 10 bin ton civarında bir çamur çıktığını, 
 
Kendisinin baysa dışında Kursaç, Mersa kureks gibi şirketleride bulunduğunu 
bunlar vasıtasıyla Demir, çelik, Amerika ve İtalyadan pirinç, Hindistan Sudan, 
demir-çelik, romanya dan canlı hayvan, çimento görevinde Romanyadan çimento, 
bulgaristandan demir-çelik, harb çıkmazdan öncesinde Yugoslavyadan demir-çelik 
ithal ettiğini, bu tür işler yapan bir firma olduğunu, 
 
1990, da dolar krizi sebebiyle büyük darbe aldıklarını, daha sonra şeker 
ithalatında yine sıkıntıları doğduğunu, 5 nisan kararlarından sonra bankalarında 
üzerlerine gelmeye başladığını, bu nedenle rahat çalışmak için, sıfır bir şirket 
olarak 1992 yılında Baysayı kurduklarını, 
 
Botaş’ın sılaç konusu ortaya çıkması petrol ile uğraşan iki eksperi, sılaçın 
olduğu yere gönderdiğini, numuneler öldürdüğünü içine bazı kimyevi maddeler 
katıldıktan sonra sanayi yakıtı olarak kullanılabileceğinin tespiti üzerine 
sılaça talip olduklarını, kendilerinden önce teklif veren firmaların tonunun 
1000 dolar verdiklerini, ihaleyi aldıkları tarihte Mehmet Beyin yönetim kurulu 
üyesi olmadığını, 
 
Kendilerinin İstanbul’da oturmaları sebebiyle iskenderuna sık sık gitmelerinin 
zor olduğunu, bu nedenle Mehmet Beyin Turgay Maraşlı’yı orada çalışabilecek kişi 
olarak tavsiye ettiğini, şirkete sigortalı olarak dahi alındıklarını, kar 
ettiklerinde bir şey vereceklerini düşündüklerini, kendilerinin de Güven Tezerdi 
isimli petrol içinden anlayan ancak güvenmedikleri bir kişiyi 
görevlendirdiklerini, bu çocuğuda onun başına koyduklarını, daha sonra özellikle 
çok kaba olması nedeniyle şikayetler almaya başladıklarını, hatta Botaşta 
çalışanlardan da şikayetler geldiğini, daha sonra da Mehmet Beyin kendisini 
uyardığını ve o kişinin şirketin parasını çaldığını söylediğini yaptıkları 
tespitle şirkete ait parayı çaldığını tespit ettiklerini, 5 liraya sattığı malı 
3 lira gösterdiğini, kendi evine ve ailesine pek çok harcama yaptığını ve Toyota 
marka araba olduğunu, bu suretle 5-6 milyar lira içeri attığını, bunun üzerine 
Turgay Maraşlının işine son verdiklerini ve kovduklarını, bu konuda Botaş 
şirketinede bu şahsın şirket ile ilgisinin kalmadığını yazı ile bildirdiğini, 
5-6 ay süreyle kendileriyle çalıştığını, Turgay Maraşlı’yı hiç tanımadığını, bir 
gittiğinde Ukraynalı bir eşi olduğunu gördüğünü, 
 
Mehmet Özbay’ı yönetim kurulu üyesi olarak, genel kurulda görülebileceğini ancak 
ne çekte, ne faturada ne de anlaşmada hiçbir imzasının ve yetkisinin 
bulunmadığını, 
 
Mehmet Özbay’ın kaabiliyetli bir yanını göremediğini, ya da anlayamadığını, 
ticari yönde pek fazla bir bilgisinin bulunmadığını, parasal tıkanmaları 
olduğunda, Mehmet’ten borç istediğini, ancak onunda yemin ederek yok dediğini, 
bulamam dediğini, hatta 150-200 milyon istediğinde de yok dediğini ondan sonrada 
sıkıntı geçene kadar kendisini hiç aramadığını, 
 
Mehmet Özbay’da duran telefonun kendisine ait telefon olmadığını Botaş işi için 
alınan 3-4 telefondan birisinin şirkete getirildiğini ancak bundan daha sonra 
haberi olduğunu, Botaş’ın içinde tankların ve havuzların olduğunu, aralarında 
çok mesafe bulunduğunu, kamyoun kantara gidip tartıldığını, sonra satış için 
gittiğini, telefonlarında bu işlerde haberleşme için kullanıldığını, Mehmet 
Özbay’daki telefonun İskenderun’da çalışan Ali ismindeki bir çocuğun adama 
kayıtlı olduğunu, 
 
Botaş işinden zarar ettiğini halen 15 milyar lira borcu bulunduğunu, 
 
Mehmet Hadi Özcan’ı tanıdığını Botaş’ta sılaç olduğunu söyleyen adamın o 
olduğunu, Bulgaristan ve Romanya’da iş yaptığı kişilerin kendisi ve ellerinde 
gazoil adetif olduğunu ithal edip etmeyeceğini sorduklarını, sılaçın sanayii 
artığı yapılması için gerekli maddelerden olduğu için bu malzemeden de almaları 
gerektiğini, bunun İzmit’e geleceğini değerlendirdiklerini, Mehmet Özbayın o 
zaman deposu olan bir tanıdığının İzmit te olduğunu, adamın Hadi Özcan olduğunu, 
söylediğini, ramazan günü onun yanına gittiklerini, depoyu, tankları alemdar 
kimya gibi bir yerden kiralayabileceklerini söylediğini, bu suretle 
tanıştıklarını, ancak onunla daha sonrasında ilişkilerini devam etmediğini, 
bilahare bu adamın işin % 50 atağı olduğunu sağda solda söylediğini duyduğunu, 
 
İhale aşamasında 3 firma olduklarını, diğer iki firma 100 lira gibi rakamlar 
verirken kendilerinin 10 dolar verdiklerini, 
 
Korkut Eken’i tanımadığını, İbrahim Şahin’i tanımadığını, Mehmet Özbay ile 
onları birlikte görmediğini, Botaş’ta kendilerine yardımı olan kimse 
bulunmadığını, 
 
Şemsettin isimli bir şahsın bu iş için talip olduğunu ve bin lira teklif 
verdiğini, kendilerinin ihaleyi alması üzerine bu şahsın Enerji Bakanlığı 
Müsteşarının çıktıklarını, sonra yeniden ihale edildiğini, ihalede 800 dolar 
fiyat verildiğini, tankların içindeki suyu hesap etmediklerini, bu sebepten 
düşük fiyat verdiklerini, taşeronluk yapmak istediklerini söylediklerini, arena 
programına çıkan adamın bu olduğunu, çok konuşan ve yalan söyleyen bir adam 
olduğunu, Botaş kayıtlarında bu malın, 22 bin yüzde 30 30 bin falan gözüktüğünü 
ama malın 20 bin tonu ve 10 bin tonu mal neden bu kadar bu işe asıldığını 
anlamadığını, yıllarca bu adamın pompalarla hortumlarla sılaş denen çökeltiyi bu 
tanka topladığını, 715 nolu tank, belkide adam 30 bin ton topladığı gibi 
gösterdiğini, Güney Makine isimli firmanın 
 
Ömer Lütfü Topal’ı tanımadığını hiç yerine gitmediğini, Haluk Kırcının hiç 
gelmediğini, tanımadığını, şirketlerine hiç tıbbi malzeme satmadığını, 
 
Abdullah Çatlının Susurluk olayındaki ölümünden sonra cenazesinin alınmasına 
gitmediğini, bir gün sonra Gonca Hanımın cenazesini erkek kardeşi ile birlikte 
aldığını, teşhis edenlerinde kardeşleri olduğunu, 
 
Abdullah Çatlı’nın İstanbul’da evine 1-2 kez gittiğini, Meral Çatlı ve 
çocuklarını tanıdığını, 
 
Kürşat Yılmaz’ın adını gazetelerden duyduğunu, hiç karşılaşmadığını, 
 
Bilal Atik’in bir defa ofislerine geldiğini, çok komis bir rakam teklif 
ettiğini, maliyetin altında, 
 
Şahin Tekdemir, Turan Gedikli Sultan Nakkış’ı hiç tanımadığını, 
 
Alper Tekdemir’i Hadi Özcan’ın yanında gördüğünü, sonradan polis olduğunu 
öğrendiğini, 
 
Abdullah Çatlı’ya karısının bile Mehmet diye hitap ettiğini kandırılmış 
olabileceğini, hatta kızının kendisinin bir arkadaşına sorusu üzerine Abdullah 
Çatlı’yı sevmediğini, adını Mehmet olarak yalan söylediğini, senin isminde mi? 
değişik diye kendisine sorduğunu, üzüldüğünü, 
 
Abdullah Çatlı’nın inşaat, dış ticaret gibi bir şirketi olduğunu bilmediğini, 
sadece sultan Tekstili bildiğini, 
 
Zarar etmeye başlayınca, kağıt üstünde kopmalar olması da işten kopmalar 
başladığını, 
 
And Güven Sazak’ın Kursaş’ta üyeliğinin olduğunu, ayrılma kararı alındığını, 
ancak genel kurulun yapılmadığını, o şirketlerin problemleri olduğunu, borçları 
olduğunu onların ödenmemiş olduğunu, onun için de tam ayrılmamış olduklarını, 
 
Abdullah Us’u tanımadığı, 
 
Basının olayları topluma yanlış aktarmasından dolayı çok sıkıntı çektiğini, 
 
Fransada hapiste kaldığına ilişkin bir duyumu olmadığını, bu işlerden 
hoşlanmayan bir yapısı olduğunu, 
 
Mehmet Beyin, fatura almak için kullanılan fatura kartından, şirketleri 
aldığını, otelde kaldığını, bunları tespit ve masraftan düşmek üzere satın 
almayı düşündüğünü Başsa adını alıp alamayacağını sorduğunu, kendisininde de 
alsa da birşey ifade etmeyeceğini söylediğini, onun aldığını daha sonra da 
kendisi için yeni fatura kartı bastırıp verdiklerini, 
 
Sami Hoştan’ı tanımadığını, bir defa yemekten çıkıp, gazinoya gittiklerini, Arzu 
Hanım’ın küçük bir oyun oynadığını, birbirlerini Mehmet Bey ile Sami Beyin 
sadece tanıdıklarını ancak samimi bir hava hissetmediğini 15-20 dakika 
oturduktan sonra gazinodan ayrıldıklarını, 
 
Genelde Mehmet Bey, Arzu Hanım, Gonca Hanım ve kendisinin birlikte yemeğe 
gittiklerini, gezdiklerini, Mehmet Beyin sırdaşı ya da dert ortağı falan 
olmadığını, kendi cep telefonunu Savcı Bey’ede verdiğini, cep telefonu, araç 
telefonu, şirket telefonu ve ev telefonunu hiçbirini değiştirmediğini, telefon 
arama listesinden kendisini kaç defa aradığının, kendisininde onu kaç defa 
aradığının tespit edilmesini istediğini belirtmiştir.(Ek:185) 
 
13- Ekrem MARAKOĞLU 30.01.1997 tarihli ifadesinde; Kendisinin Ömer 
Lütfi Topal’ı, 1964 yılında avukatlığa ilk başladığı zamanlarda bitirimhane 
tabir edilen bir kumarhane işletmecisi olarak müşterek tanıdıkları kanalıyla 
tanıdığını, o zamanın yeraltı dünyasının kaçakçılık-kabadayılık-kumarhanecilik 
temeli üzerine kurulu bulunduğunu, 
 
Ömer Lütfi Topal’ın 1978 yılında uyuşturucu kaçakcılığı suçlamasıyla 
tutuklanması olayında kendisinin hukuki çabalarına rağmen Ömer Lütfi Topal’ın 
Amerika’ya gönderildiğini; 1985 yılında tahliyesini takiben Türkiye’ye 
geldiğinde yeraltı dünyasının temel felsefesinin de iktisadi kabadayılığa 
ihale-arazi- tahsilat üçgenine dönüşmüş bulunduğunu, 
 
Kumarhaneciliğe tekrar başlayan Ömer Lütfi Topal’ın bir cinayet olayından hapise 
düştüğünü ancak meşru müdafa ve genel affın yardımıyla 50-55 gün sonra çıktığını 
ve sabıka kaydının oluşmadığını, 
 
Ömer Lütfi Topal’ın casino işletmeciliğine 1991 yılında Adana Seyhan otellerinin 
casinolarını alarak başladığını, kendisininde emperyal Şirketleriyle ilişkisinin 
1993 Martında Alanya da meydana gelen ölümlü bir avukatın malzeme takibiyle 
başladığını, 1994 yılının sonlarında şirketin vekaletini de aldığını, 
 
1994 Aralığındaki Akgün Otel Bülent Fırat cinayetinde, Ömer Lütfi Topal’ın 
casinolarını kumarhane geleneği yöntemi ile çalıştırdığını farkettiğini; bu 
yöntem içinde kullanılıp atılmış insanların Mart 1996 tarihindeki Hikmet Babataş 
cinayetinden sonra kendisine Ömer Lütfi Topal’ın da hayatının tehlike altında 
olduğunu hissettirdiklerini ancak Ömer Lütfi Topal’ın bunu ciddiye almadığı, 
 
Ömer Lütfi Topal’ın ölümünden sonra aynı marka ve benzer plakalı arabasıyla olay 
mahalline endişe içinde giderken hiçbir polis arabasına ve çevirmeye 
rastlamadığını, olaydan sonra şirket yöneticileriyle yaptıkları toplantılarda 
olayın failleri olarak akıllarına Hikmet Babataş’ın yakınları, Dev-Yol ya da bir 
başka azmettirici kişinin geldiğini, 
 
Kendisinin olayın faillerinin ortaya çıkarılması için çabalamasına rağmen Ömer 
Lütfi Topal’ın ailesinin kendisine ve sorgulamasına karşı bir duvar ördüklerini, 
bunun nedeninin de Kuşadasındaki Casino Müdürünün karıştığı bir cinayet 
sonrasında, bu müdürün Kuşadası emniyetine güvenlikli bir şekilde teslim 
edilmesi sırasında Ömer Lütfi Topal kanalıyla tanıdığı özel harekatçı Ercan 
Ersoy ile olan ilişkisinin olabileceği, 
 
Ali Fevzi Bir, Sami Hoştan gibi kişileri Emperyal grubu bünyesinde çalışmaya 
başladıktan sonra tanıdığını ve Sami Hoştan’dan, Abdullah Çatlı’nın ara sıra 
yanlarına geldiğini duyduğunu, yine bu şekilde Ömer Lütfi Topal’ın Kıbrıs’ta 
bulunduğu bir sırada Abdullah Çatlı’nın da orada Ömer Lütfi Topal ile 
görüştüğünü duyduğunu, 
 
Ömer Lütfi Topal cinayetinde, Emperyal şirketler grubunu çok büyük zarara 
sokacak bir maddi ihtilafın olması gerektiğini, ancak ailenin kendisine karşı 
uzak durması nedeniyle sadece duyumlara dayanarak bazı öngörülerde 
bulunabildiğini, örneğin, Ömer Lütfi Topal’ın ölmeden bir gün önce İspanya’dan 
arayan İsmail Tank adlı birisiyle adet-i hilafına rağmen çok uzun ve sert bir 
tartışma yaptığını, geçmişte İspanya’da uyuşturucu kaçakçılığından hapis yatmış 
bulunan Giresunlu bu adamın Ömer Lütfi Topal ile geçmişe dayalı çok özel bir 
hukuklarının bulunduğunu ama ailenin bu konuları saklamaya çalıştığını, 
 
Mehmet Ağar ile Ömer Lütfi Topal’ın ilişkilerinin, 1986 da Mehmet Ağar’ın Ömer 
Lütfi Topal ile Alattin Çakıcı’nın ortaklaşa çalıştırdıkları klubü 
kapattırmasından ibaret olduğu, çeşitli vesilelerle örneğin Necati Kurmel 
kanalıyla Mehmet Ağar İçişleri Bakanı iken Ömer Lütfi Topal’ın tanışma 
çabalarına karşı Mehmet Ağar’ın uzak durduğu, ancak ısrarlar karşısında “Dilkum 
sitesinde karşılaşırsak bir merhabalaşırız herhangi bir sorunumuz yok” ifadesini 
duyduğunu, 
 
Hüseyin Kocadağ ile Ömer Lütfi Topal’ın ilişkilerinin ise çok daha yakın 
olduğunu, zaman zaman İbrahim Polat’ın da ortak olduğu Polat otelinin 
casinosunda sık sık beraberce oturduklarını, 1994 yılındaki Akgün oteli 
cinayetinden sonra araya bir soğukluk girdiğini, Ömer Lütfi Topal’ın 
öldürülmesinden bir ay önce Celal Doğan’ın kendisine Fenerbahçe Klubünün 
yöneticilerinden Hüseyin Kocadağ’ı yolladığını, kendisinin de bunu ömer Lütfi 
Topal’a haber verdiğini, bu toplantının DGM ile de ilgisi bulunduğunu çünkü 
teypten yazıya döktüğü yazılı ifadesini DGM ne de verdiğini, konunun da 
Gaziantepli bir kaç işadamının G.T.O. başkanının adı arkasına sıklanarak kumar 
borçlarının hafifletilmesi yönünde bir ricadan ibaret olduğunu ancak konunun 
basına daha değişik şekilde yansıtıldığını, Hüseyin Kocadağ’ın sanki köşke 
(Cumhurbaşkanlığı) yakın birisi tarafından görevlendirilmiş ve o kişi de bu işin 
halledilmesini istiyormuş gibi bir intiba uyandırmaya çalıştığını, bütün bu 
konuların da kendi mantığı açısından ve tarih bakımından Ömer Lütfi Topal’ın da 
dahil edildiği söylenen 58 kişilik liste ile ilişkili olması gerektiğini, 
 
Ömer Lütfi Topal’ın haraç anlamında birilerine hiçbir şey almadan para verecek 
bir yapısı olmadığını böyle bir işi ancak çok büyük ir baskı karşısında 
yapabileceğini, 
 
Kendisinin 1994 Haziranında Ömer Lütfi Topal ile birlikte Müdüriyet odasındayken 
VIP salonu monitöründen Necdet Menzir ile Hüseyin Kocadağ’ı gördüğünü, bütün 
casinolarda video kayıt sistemine bağlı kameraların bulunduğunu, bunun herhangi 
bir itiraz durumunda kullanıldığını; ancak Murat Topal tarafından bu kasetlerden 
birisinin fotoğraflandığı ve bu fotoğraflardan birinin Hüseyin Kocadağ’a 
gösterildiğini, sonraki konuşmalarında Hüseyin Kocadağ’ın bu konudan ne kadar 
rahatsız olduğunu belirttiğini ve genelde Klasis’e giden Necdet Menzir’i sanki 
kendisi şantaj yapmak istermişçesine oraya özellikle götürdüğü gibi bir durumun 
ortaya çıktığını, ancak resmin kritik dönemlerde dahi ortaya çıkmamasının 
kendisine bir güvence verdiğini söylediğini, 
 
Ömer Lütfi Topal’ı öldürenler ve azmettirenler arasındakti ihtilafın ve Kemal 
Yazıcıoğlunun aldığı ihbarın netleştirilmesinin art olduğunu, 
 
Ömer Lütfi Topal bir yerlere 10 milyon 17 milyon dolar gibi bir para gönderdiyse 
bunu şirket yetkililerinin, ölümünden sonra da ailesi ve yakınlarının bilmesi 
gerektiğini, 
 
Kendisinin “Ömer Lütfi Topal Ankara’ya gittim ismimi listeden sildirdim” 
beyanının ise cinayetten onbeş gün önce Alanya Seven Seas tatil köyünde bir 
yemekte Ömer Lütfi Topal’dan şahsen duyduklarına dayandığını, 
 
Bu tür konularda Ömer Lütfi Topal’ın dostalıran ve yakınlarına başvurulması 
gerektiğini, örneğin 1989 yılına kadar en yakın dostunun halen İspanya’da 
bulunan Nail Akdeniz olduğu, bu tarihten soraki en yakınlarının şirketinin Genel 
Müdürü, gazinolarının genel müdürü ve Ünit Utku gibi kişiler olduğunu, 
 
Ömer Lütfi Topal’ın ağzından Sami Hoştan ile Sedat Bucak’ın tanıştıklarını ve 
görüştüklerini duyduğunu, 
 
Ömer Lütfi Topal’ın Türkmenistan da yaptığı yatırımlar nedeniyle kurduğu 
ilişkiler kanalıyla Diplomatik Türkmenistan Pasaportu almış olabileceğini, yine 
İsrailli ortağından da bazı bilgilerin alınabileceğini, 
 
Bir yandan mütevekkil, bir yandan da o dünyanın şartlarından kaynaklanan kuşkulu 
bir yaşam tarzına sahip olan Ömer Lütfi Topal’ın nasıl bir koruma ve güvenlik 
sistemine sahip olduğu sorusuna cevaben; daha çok yeraltı dünyasının 
geleneklerine dayanan, emekli emniyet mensupları ve fiziken güçlü insan 
kaynaklarını ve ruhsatsız silahları kullanan ve özellikle başlangıç safhasında 
bizim gazinolarımızda herhangi bir olay olmasın diye çok aşırı tepkiler gösteren 
bir güvenlik sistemi kurulduğunu, bu sisteminde rakipler tarafından çok rahat 
bilinebileceğini ve içerden de destek alınabileceğini, 
 
Ömer Lütfi Topal’ın vefatından sonra ilk eşini başsağlığı dilemek için ziyaret 
ettiklerinde tesadüfen televizyonda Susurlukla ilgili haberler geçtiğinde ilk 
eşinin “kanı yerde kalmadı” ifadesi üzerine kendisinin “Peki Sami’den, Aliço’dan 
bir şüphe veya endişeniz var mı?” sorusuna cevaben de “Ama, Özer Çiller’den 
şüphe ediyorum.” dediğini, ancak kendisinin Sami Hoştan ile merhabalaştığını 
bildiklerinden bilerek de kendisine böyle denilmiş olabileceğini, zaten 
kendisinin daha önceden Ömer Lütfi Topal veya çevresinin ağzından buna yönelik 
başka bir şey duymuş olmadığını, 
 
Ömer Lütfi Topal’a ait otellerin özellikle bayram tatillerine ilişkin misafir 
listelerinde çok sayıda yargı mensubuna rastlanabileceğini yine aynı şekilde 
Tepebaşı Emperyal de sırf yargı mensuplarının yemek ve aynı ihtiyacını 
karşılayan bir lokal oluşturulduğunu, 
 
Ali Fevzi Bir ve Sami Hoştan’ın 3 özel tim mensubuyla beraber İstanbul da 
gözetim altına alındıktan sonra Ankara’da serbest bırakılmalarını takiben 
kendisinin istaanbul’da Sami Hoştan ile görüştüğünü ve hakkında gıyabi tutuklama 
kararı çıkarana kadar da işinin başında olduğunu duyduğunu ve gıyabi tutuklama 
kararını takiben ortadan kaybolduğunu, 
 
Ömer Lütfi Topal’ın kendisine Bodrum olayında Ercan Ersoy’u yolladığına göre 
diğer özel tim görevlilerini de tanıyıp tanımadığı sorusuna cevaben herhangi bir 
bilgisi bulunmadığını, 
 
Ömer Lütfi Topal ile Cavit Çağlar arasında herhangi bir çekişme bulunmadığını, 
Cavit Çağlar’ın bir başkasından alacağını alamadığı için bu alacağı Ömer Lütfi 
Topal’dan istediğinin söylenildiğini, 
 
Ömer Lütfi Topal’ın Hüseyin Kocadağ ile görüşmediğini ve hatta Hüseyin 
Kocadağ’ın geçmişte böyle bir taleple geldiğinde görevlinin “sizin buraya 
girmeniz istenmiyor” ifadesinde bulunduğunu bunun da arkasında geçmişte Ömer 
Lütfi Topal Mehmet Özcan ihtilafında Alevi olması sebebiyle Hüseyin Kocadağ’ın 
Ömer Lütfi Topal’a karşı Mehmet Özcan’ı tutmasının olabileceğini, 
 
Kendisinin Cavit Çağlar veya Necdet Menzir ile herhangi bir çekişmesi veya 
ilişkisinin olmadığı, dışarıda spekülasyon konusu yapılmak istenen kameraların 
normal sistemi içerisinde çekilmiş kaseti herhangi bir yanlışlığa sebebiyet 
vermemek için şahsen aldığını ve bir resmin yırtılarak imha edildiğini ancak 
kendisinde bir kaset ve birkaç fotoğrafın halen mevcut bulunduğunu, bunları 
tutmasının amacının da kendisini korumak olduğunu, esasen bunların imha 
edilmesini istediğini, 
 
Belçika’da iki Amerika’da beş sene olmak üzere toplam yedi yıl hapiste yatan 
Ömer Lütfi Topal’ın yeniliklere açık bir insan olarak bu senelerde kendisini 
yetiştirdiğini ancak kontrolsüzlükle başlayan gazino olayında başlangıçta Turizm 
Bakanlığının herhangi bir düzenlemesinin olmayışının düzeni tamamen bozduğunu, 
esasen gazinoların kara para aklamak için uygun bir yer olmadığını, kar 
oranlarının da uyuşturucu işine göre çok daha iyi olması sebebiyle hiç bir 
gazino işletmecinin uyuşturucu işine girmeyeceğini, 
 
HAVAŞ’ı almak için Ömer Lütfi Topal’ın her türlü organizasyonu yapmasına ve 
parası da var iken alamamasına hatta diskalifiye edilmesine karşı tutumunun ne 
olduğu sorusunu cevaben, Ömer Lütfi Topal’ın herhangi bir itirazda bulunmadığı 
bu konudaki bilgilerin şirketten alınabileceği emniyetten-istihbarattan gelen 
uyarılar hakkında bir bilgisinin bulunmadığını, 
 
Sedat demir’in İstanbul Asayiş Şube Müdürü olmasından sonra Nihat Mete aracılığı 
ile Ömer Lütfi Topal’dan Akgün otel cinayeti sanığı Çetin Gencer’in bulunmasını 
istediği böylelikle İstanbul’da hiçbir faili mechul cinayetin kalmayacağının 
söylenmesiyle, kendisinin İstanbul’da dünya kadar faili meçhul cinayet olduğunu 
bilerek, kardeşi vasıtası ile Çetin Gencer’i buldurarak Fatih Cumhuriyet 
Savcılığına teslim ettiğini, 
 
Ömer Lütfi Topal’ın Kıbrıs’taki Jasmine Cavit oteli yatırımları, İsrailli ortağı 
ve Kıbrıs Türk Hava Yollarının özelleştirilmesi konularında kendisinin 
bilgisinin olmadığını aileden saygı gördüğünü ancak kendisine bilgi 
verilmediğini, 
 
Şüpheli konularda bilgi edinilmesi için şirketin yöneticilerinin ve aileden bazı 
kişilerin bir bütün olarak ele alınıp dinlenmeleri gerektiğini, kendisinin Ömer 
Lütfi Topal’ın ve Emperyalin ceza davaları ile ilgilendiğini, Ömer Lütfi 
Topal’ın kiminde arandığı, kiminde gıyabi tutuklama kararı bulunan davalarının 
sürdüğünü, bunlara rağmen istanbul’da işinin başında nasıl serbestçe bulunduğu 
ve dolaştığının da İstanbul emniyetinden sorulması gerektiğini, Bodrum 
tahkikatında istanbul savcılığına sonradan talimat yazılarak polisin devre dışı 
bırakıldığını, Antalya’daki aramanın da polis aramasından savcılık aramasına 
dönüştürüldüğünü, 
 
Sami Hoştan ile Abdullah Çatlının tanışması ve Ömer Lütfi Topal’ı öldüren 
silahta da Abdullah Çatlı’nın parmak izinin çıkmasına rağmen kendisinin 
gözlemlerine göre Ömer Lütfi topal ile Sami Hoştan’ın arasında herhangi bir 
itilaf bulunmadığını, zaten Sami Hoştan’ın olay esnasında Marmaris’te olduğunu, 
ihtilafın Ömer Lütfi Topal’ın eşleri çevresinde mevcut bulunduğunu, 
 
Olayın soruşturmasında savcının kendisinin ifadesine başvurmamasının yanında 
kendisine olan tavrını da olumsuz bulduğunu, 
 
Abdullah Çatlı’yı tanıyan Sami Hoştan’ın da kesinlikle bazı işlerinde onu veya 
özel tim görevlilerini kullanmadığını, Ömer Lütfi Topal Abdullah Çatlı 
buluşmasının arkasında küçük günlük olaylardan çok HAVAŞ gibi büyük benzer 
olayların aranması gerektiğini belirtmiştir.(Ek:186) 
 
14- Sedat BUCAK 21.01.1997 tarihli ifadesinde; 1960 Siverek doğumlu 
olduğunu, siyasete 1991 yılındaki seçimlerde katıldığını, DEP 
milletvekillerinin, özellikle Abdullah Öcalan’ın yanından gelen elçiler 
vasıtasıyla kendisiyle görüşmek istediklerini, kendisiyle görüşerek “Biz, 
Siverek’e, Urfa’ya örgüt olarak gireceği, yalnız tarafsız kalacaksınız, bize 
karışmayacaksınız, devletin yanında yer almayacaksınız” demek istediklerini 
bildiğini, devletiyle beraber olduğunu, Bekaa’dan gelen bazı insanlarla 
görüşmelerinin çoğunu kasete aldığını ve bundan Ankara Emniyeti başta olmak 
üzere o zamanki tüm devlet yetkililerine bilgi verdiğini, DEP’in kapatılması ve 
milletvekillerinin çoğunun içeri alınmasında Devlet Güvenlik Mahkemelerine 
verdiği ifadelerin büyük katkısının olabileceğini, 1993’te bunların kendine 
karşı ve ailesine karşı bir tavır almak istediklerini ve Siverek’te örgütlü 
eylemlerin başladığını, Siverek’te Anavatan Partisi İlçe Başkanı ve kardeşinin 
katledildiğini, bazı köylülerin ve vatandaşların katledildiğini, Siverek 
halkının bu olayları istemediğini, Siverek halkının tavır almasıyla beraber 
örgütün orada çökertildiğini, halkla olan içtenliği ve devlete olan bağlılığı 
nedeniyle kendisine karşı tavırlar olduğunu, kanunsuz bir iş yaptığı zaman 
devletini çiğnemiş olacağını, İstanbul’a giderken Mehmet Özbay’ı aradığını, 
Mehmet Özbay’ın Abdullah Çatlı olduğunu çok sonraları öğrendiğini, İstanbul’a 
dinlenmeye gittiğini, Yalova’daki termale gittiklerini, o akşam yakın arkadaşı 
Ali Aydınlıktan’ın oğlunun kafasına kurşun değdiğine dair haber aldıklarını, 
durumunun kötü olduğunu öğrendiklerini, akşam bu durumu arkadaşlarına 
söylediğini, İzmir’e gitmesi gerektiğini söylediğini, Mehmet Özbay’ın “bende 
gelirim” dediğini, yola çıktıklarını, Ören’de veya Altaylar’da bir arsa ofisi 
olduğunu, bu arsaya baktıktan sonra şoförünün gelip “Ağabey, Ali Abinin oğlu 
vefat etmiş” dediğini onun üzerine hemen harekat ettiklerini, hastaneye 
gittiklerini, fakat kimseyi bulamadıklarını, daha sonra evlerine gittiklerini, 
taziyelerini bildirdikten sonra ayrıldıklarını, Princess’te yer ayırttıklarını, 
otele gittiklerinde bir bayanın Mehmet Özbay’ın yanında oturduğunu, onunda 
kendileriyle geldiğini, İzmir’e gelirken Kocadağ ile görüştüklerini, Kocadağ’a 
İzmir’e gidiyorum dediğini, onunda “bilsem bende gelirdim” dediğini, daha sonra 
uçakla yarın geleceğini söylediğini, ertesi sabah uyandıklarında Kocadağ ile 
görüştüklerini ve onun geleceğini öğrendiklerini “beni aldırabilirmisiniz?” 
dediğini, bunun üzerine yanındaki koruma polisi Ercan Bey’i (daha önce 
Kocadağ’ın yanında çalışmış bir polis olan) Hüseyin Kocadağ ı arabayla almaya 
gönderdiğini, koruma polislerinde ve şoförün de huzursuzluk gördüğünü, polis 
Ercan’ın bir ara kendisini çağırıp huzursuz olduklarını ve takip edildiklerini 
söylediğini, “İzmir’den hemen ayrılalım” dediklerini, Bunun üzerine Kuşadasına 
gitmeye karar verdiklerini, o gün akşam üzeri çıktıklarını, Onura otel’de 
kaldıklarını, ertesi gün de orada kaldıklarını, polislerde rahatsızlık ve 
tedirginlik olduğunu görünce Ankara veya İstanbul’a gidelim dediğini, Hüseyin 
Kocadağ’ın İstanbul’da işi olduğu için İstanbul’a gidip oradan Ankara’ya geçmeyi 
düşündüklerini, o gün sabah en geç kendisinin kalktığını ve kahvaltısını yarım 
bırakarak yola çıktıklarını, o bayan ile Mehmet Özbay’ın arabanın arkasında 
oturduklarını, İzmir’i geçtikten sonra Kocadağ’ın çok süratli gittiğini 
gördüğünü, arabanın ibresinin 230’u gösterdiğini, birşeyler söylediğini, 
Kocadağ’ın kendisine dönüp birşeyler söylediğini ve güldüğünü, kendisininde 
gülerek yolu görmemek için koltuğun ucuna doğru geldiğini, kaza’dan sonra 
Ankara’da ancak arabasını televizyonda görünce, kaza yaptığının kesin olduğuna 
emin olduğunu, arabada bulunan silahların İstanbul’a gelirken dahi olmadığını, o 
silahlardan bilgisinin olmadığını, kendisinin arabada bulunan Sig Sauter silahı 
olduğunu, onun dışında polislerinin hepsinin silahı olduğunu, eğer takip 
ediliyorlarsa bu silahların kazadan sonra arabaya konulmuş olabileceğini, 
diğerlerinin çantasında vardıysa silahların onların olabileceğini, arabada 
söylenildiği gibi gizli bölme olmadığını, Mehmet Özbay’ın, köyüne 1 defa 1996 
Kasım’ında geldiğini, 1993 yılı sonu veya 1994 yılı başında Siverek’e halka 
güven verebilmek için gittiğini, Ankara’da babasının vefat etmesi üzerine 
Siverek’e defnettiklerini ve taziyelerin 1,5-2 ay sürdüğünü bu arada yorgun 
düştüklerini, 1994 ortası veya sonunda dinlenebilmek amacıyla Ankara’ya 
geldiğini, daha sonra İstanbul’a gittiğini, İstanbul’da Mehmet Özbayı 
tanıdığını, Abdullah Çatlı adıyla tanımadığını, kalabalık bir ortamda “siz, 
Sedat Bucak’sınız” diyerek kendisiyle tanışmak istediğini söylediğini, orada 
tahminen bir hafta kaldığını, Ankara’ya geldiğinde kendisini telefonla 
aradığını, kendisinin tekrar Siverek’e döndüğünü, 1995’te geldiğini bir-iki defa 
Mehmet Özbay’ın kendisini sorduğunu, Ankara’ya yılda 2 ya da 3 defa geldiğini, 
kendisinin dışarıda bürosu olduğunu, bürosuna gelip, oturup, sohbet edip 
gittiğini, bu insanla (Abdullah Çatlı) bir illegal ya da legal bir işinin, ya da 
bağlantısının olmadığını, Çatlı nın kendisine ithalat-ihracat şirketi olduğunu 
ve ticaretle uğraştığını söylediğini. Abdullah Çatlı ile Gonca Us arasında bir 
gönül ilişkisi olduğunu varsaydığını, hanımıyla bir-iki defa görüştüğünü, ailece 
İstanbul’da oldukları bir zamanda Çatlı’nın ailesini alarak bir-iki defa 
yanlarına geldiğini, hatta bir keresinin de bir düğünde olabileceğini, Mehmet 
Özbay ile Kocadağ’ın kendi yanında tanıştıklarını varsaydığını, kendinden önce 
tanıyıp tanımadığını bilmediğini, Hüseyin Kocadağ ile her zaman görüştüklerini, 
Mehmet Özbay’ı vatansever biri olarak tanıdığını, konuşmalarının hep bu yönde 
olduğunu, Hüseyin Kocadağ ın 1980 ihtilalinden hemen sonra Siverek’e emniyet 
amiri olarak verildiğini, sonra tahminen Ankara’da Özel Harekatın kurulma 
aşamasında Ankara’ya geldiğini, Siverek’te de Ankara’da da görüştüklerini, 
Diyarbakır Özel Harekat Şube Müdürlüğü yaptığı sıralarda da görüştüklerini, 
kendisinin bu sıralarda Siverek’i tanımasından dolayı arada bir geldiğini, 
babasıyla Hüseyin Kocadağ’ın ilişkilerinin çok samimi olduğunu, babasından sonra 
bu ilişkiyi kendisinin sürdürmek istediğini, Bucak Aşireti olarak varsayılan 
topluluğun 40, 50 veya 60 aileden oluştuğunu, Siverek’te 70’i geçici olmak üzere 
430 korucu olduğunu bildiğini, Fatih Bucak’ın amcaoğlu olduğunu, Ankara’da 
oturduğunu, şu anda inşaat şirketi kurduğunu bildiğini, aralarında kopukluklar 
olduğunu, korumalarını istemesi konusunda; Koruma Şube Müdürlüğünün kendilerini 
atadığını ve koruma vereceklerini söylediklerini, kendisinin ise koruma 
istemediğini, daha sonra aradıklarında “siz isim verebilirseniz de olur” 
denildiğini, bu korumaların Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin’in 
korumaları olduğunu, İbrahim Şahin’le PKK’ya karşı tavır ortaya koymak için 
Emniyet Genel Müdürü, Paşalar, 7. Kolordu Komutanı geldiğinde Özel Harekat Daire 
Başkanı olarak geldiği sırada konuştuğunu, daha sonra birbirlerini aradıklarını, 
İbrahim Şahin’in doğuya gittiği zaman, özellikle Siverek güzergahını seçtiğini 
ve misafiri olduğunu Polis Ercan’a “bana koruma verilmek isteniyor, korumalık 
yaparmısınız?” diye sorduğunu, onun da “benim bir arkadaşlarla görüşmem gerekir” 
dediğini, daha sonra “evet” cevabının geldiğini bunların 5 kişi olduğunu, oysa 6 
koruma verilmek istendiğini, 6’ncının da bu beş koruma tarafından önerildiğini 
adının da Mustafa olduğunu, Bakan Mehmet Ağar’a bunların verilmesi için 
yazdığını ve kabul edildiğini, hatta çok zaman sonra verildiğini, Ömer Lütfi 
Topal cinayetinden daha sonra korumalığını yapan polislerin gözaltına 
alınmasından sonra İstanbul valisi veya Emniyet Müdürünü aradığını, bu insanları 
koruma olarak istediği için bunların işlediği bir suç varsa bunları bilme 
zorunluluğunu hissettiğini, bu kişilerle (korumalarla) telefonla konuşmadığını, 
Arnavut Sami yi (Sami Hoştan) bir defa Çınar Otelinde başkalarıyla birlikte 
oldukları sırada kendisine tanıttıklarını, daha sonra onu görüp görmediğini 
hatırlamadığını, kendilerinin kumarla ya da kumarhanelerle hiç bir ilişkilerinin 
olmadığını, bir gece kulubü ya da diskoteğe amcaoğlunun da içinde bulunduğu üç 
gencin girersin-giremezsiz tartışmaları sonucu öldürüldüğünü, bu olayın kumarla 
ilgili olmadığını, söylemezleri de bu olaydan sonra bildiklerini, daha sonra 
bunlardan iki tanesinin öldürülmesiyle kendilerinin hiç bir ilgisinin 
olmadığını, Mehmet Ağar Genel Müdür olana kadar kendisini tanımadığını, öldüren 
kişilerden birinin lojmanında kaldığı hususunda; o insanla konuşmuşluğunun 
olmadığını, tanımadığını, kendisinin evine gelen biriyle gelmişse gelmiş 
olabileceğini , kalsa bile 1 geceden fazla kalamayacağını, Mehmet Ali Yaprak’ı 
tanımadığını, televizyonunun da Gaziantep te olduğunu bilmediğini, Mehmet Ali 
Yaprak’ın kaçırılmasının ailesince yapılmış olamayacağını, Rıdvan Kocaman diye 
birisini tanımadığını, 1979’da amcasının bir suikastle yaralandığı ve 
akrabalarından bir çoğunun PKK tarafından öldürülmesi ve kendilerinin PKK 
tarafından tarafsız kalmalarının istenmesiyle birlikte ailelerinin PKK ile 
mücadelesinin başladığını, kendilerinin operasyonlara katılmadıklarını 
operasyonları askerlerin yaptığını, halkın istihbaratı çalışmaları olduğunu, 
1979 da PKK tarafından kendilerinden 140-150 arasında kişinin öldürüldüğünü, bir 
çoğunun kendilerinin yakını olduğunu, Korkut Eken ve diğerlerinin kendi 
yerlerinin olduğunu onların oralarda kaldıklarını, Mehmet Ağar’ın hiç evine 
gelip kalmadığını, korucuların çatışmaya gittiklerinde muhimmatı onların 
kendilerinin aralarında temin ettiğini, HBB Televizyonunda yaptığı konuşmanın 5 
veya 10 dakikasını hatırladığını geri tarafını hatırlamadığını, daha sonra bu 
roportajın kasetini getirttiğini, oradaki konuşmalarını görünce tamamını bile 
izlemediğini, hükümetin güvenoyu almasından önce Mehmet Özbay’ın çok özel, gizli 
görüşmek istediğini söylediğini, o görüşmede Mehmet Özbay’ın “ben devletle 
çalışan gizli bir adamım; bunu da kimsenin bilmemesi lazım şu kimliğim, şu yeşil 
pasaportum, bu ehliyetim, bu silah ruhsatım, bu nüfus cüzdanım” diyerek 
birşeyler çıkardığını, Terörde uzman yazan bir kağıt gördüğünü, onun söylediği 
ismi bir lakap ve kod ismi zannettiğini ve sonuna kadar bile onu Mehmet Özbay 
olduğuna inandığını, o kimliğin sahte mi yoksa gerçek mi olduğunu tespit 
edemediğini, Haluk Kırcı ve Yaşar Öz’ü tanımadığını, Drej Ali’yi tanıdığını, 
onun taziyelerine geldiğini kendininde İstanbul’daki yazıhanesine birkaç defa 
gittiğini, PKK’nın ölüm listesinde, birinci sırada olduğunu bildiğini, Abdullah 
Çatlı’yı 1980’den önce aranan biri olarak bilmediğini, “Ben Abdullah Çatlıyım” 
dedikten sonra da bir arkadaş olarak ilişkilerinin devam ettiğini, Korkut 
Eken’in , babasının eski dostu olduğunu, babasının yanına bir defa geldiğini 
hatırladığını, kendilerine devletin her kademesinden insanların geldiğini, 
istedikleri bilgileri bilebildikleri kadar hepsini verdiklerini, her zaman 
devletin yanında olduklarını, PKK’nın Siverek’i yenemediğini, Med TV’de, 
Abdullah Öcalan’ın söylediği sözlerin kendisine o gün telefonla dinlettiklerini, 
HBB’ye Sayın Yılmaz’ın kendisini Fransa’da dediğini duyunca “Ben buradayım” 
mesajını vermek için çıktığını, hastanede emar filmi çektirmek dışında bir yere 
gitmediğini, kaza anında bu susturucu ve silahlar arabada olsaydı bunların 
korumalar tarafından alınabileceğini, Meysu’nun sahibinden 300 bin marklık bir 
senet alma, bürolarında kurşunlama gibi bir olayın olmadığını, tahminen bu 
olayın faillerinin yakalanmış durumda olduğunu, arabada bulunan silahların 
arkada oturanlar tarafından konulmuş ya da başkaları tarafından konulmuş 
olabileceğini, kendisinin 130-140 milyar aldığı şeklindeki ithamların yalan 
olduğunu, kumarhanelerden haraç almadığını, maaşı dışında kimseden para 
almadığını belirtmiştir.(Ek:187) 
 
15- Hasan Celal Güzel Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı 17.02.1997 tarihli 
ifadesinde; 1945 yılında Gaziantep’te doğduğunu, 1975 yılında Süleyman 
Demirel’in özel müşaviri olarak Başbakanlık’ta görev yaptığını,1977 yılının 
ikinci yarısında II MC Hükümeti sırasında Korkut ÖZAL’ın İçişleri Bakanlığı 
döneminde Müsteşar Yardımcılığı, Turgut Özal’ın Müsteşarlığı döneminde, onun 
yardımcılığını yaptığını, 1980 yılında 12 Eylül’den önce yayınlanan gizli bir 
genelge ile Devletin Güvenlik Koordinatörü yapıldığını, Emekli Korgeneral Rüştü 
Naipoğlu, Emekli Hava Korgenerali Refik Işıtman ve Emekli Albay Kadir Bilgen’den 
oluşan o tarihte artan terör olayları ile meşgul olan bir güvenlik koordinasyon 
ekibi kurduklarını, MİT, Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet İstihbarat 
Dairesinden gelen bilgilerin bu kurulda değerlendirildiğini ve o tarihte 
Başbakan olan Süleyman Demirel’e arz edildiğini, o tarihte Başbakanlık Müsteşarı 
olan Turgut Özal’a da bilgi verildiğini, Başbakanlık Müsteşar Vekilliği ve 
Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşar Vekilliği görevlerinde bulunduğunu,12 
Eylülden sonra da 35 gün Başbakanlık Müsteşarlığına vekalet ettiğini, Necdet 
Calp’in Başbakanlık Müsteşarlığına getirilmesi üzerine onunla 5 ay süre ile 
çalıştığını, Şubat 1981 ayında Süleyman Demirel’i ziyarete gitmesi nedeniyle 
görevinden alındığını, görevinden istifa ederek Kayseri Erciyes Üniversitesinde 
öğretim elemanı olarak çalıştığını, 1983 yılı sonunda Anavatan Partisinin 
iktidara geldiğinde Başbakanlık Müsteşarlığına getirildiğini, 1986 yılının 
Ağustos ayı başına kadar bu göreve devam ettiğini,o tarihteki ara seçimlerde 
Gaziantep’ten Milletvekili adayı olduğunu, Milletvekili seçildiğini, Devlet 
Bakanı ve Hükümet Sözcüsü olarak göreve başladığını,1987 erken seçimlerinde 
Gaziantep Milletvekili olarak yeniden seçildiğini, Milli Eğitim Gençlik ve Spor 
Bakanı olduğunu, Mart 1989 tarihinden itibaren de ANAP Gaziantep Milletvekili 
olarak devam ettiğini,17 Haziran 1989 tarihinde ANAP’tan istifa ettiğini, 20 
Ekim 1991 seçimlerine iştirak etmediğini, 23 Kasım 1992 tarihinde de Yeniden 
Doğuş Partisini kurduğunu, halen Genel Başkanlık görevini yürüttüğünü, 
 
Babasının Demokrat Parti yöneticilerinden, Dayısı Ali İhsan Göğüş’ün de Halk 
Partisi Bakanı olduğunu, kendisinin Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde iken 
Türkiye’de sağ denilen öğrenci lideri olarak uzun süre çalıştığını, bütün 
hadiselere iştirak ettiğini, Hür Düşünce Kulüplerinin merkez sağ çizgide, 
demokrasiyi savunan, meşruiyetçi çizgide bir teşkilat olduğunu, o tarihte 
İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ın, hatta Adalet Partisi’nin bu teşkilata müdahale 
etmek istediğini, zira iktidar partisi olmasına rağmen üniversitelere hiç 
giremediğini, müdahale etmelerini istemediklerini belirtmelerine rağmen 
dinlenmeyince Adalet Partisi gençlik kollarına el koyarak meseleyi çözdüklerini, 
 
Muhalefet Partisi Cumhuriyet Halk Partisinin bir bürosunu Siyasal Bilgiler 
Fakültesine kurmuş olduğunu, Türkiye İşçi Partisinin tamamen öğrenci gençliğe 
dayandığını, Hükümet olan Adalet Partisininde sağcı gençliği solcu gençliğe 
karşı kullanma staretejisi içerisine girdiğini, İsmet İnönününde bunu hep dile 
getirip, şikayet ettiğini, Fransada 1968 olaylarını başlatan meşhur Kızıl 
Rocky’nin Siyasal bilgiler Fakültesi yurdunda bir hafta kaldığını ve polis 
saldırısına karşı fakülteyi nasıl koruyacakları konusunda sosyalist, marksist 
öğrenci liderlerine taktik verdiğini gözleriyle gördüğünü, 
 
MHP Ülkü Ocakları Teşkilatının kendisinin de samimiyetle inandığı şekilde son 
derece vatansever, millîyetçi, millî ve manevi değerlere itibar eden gençlerden 
oluştuğunu, onların bu hislerini Emniyet Genel Müdürlüğü ve Milli İstihbarat 
Teşkilatına bağlı kişilerin istismar ettiğini, kullandığını, kendisinden de bu 
konuda destek istendiğini ancak kendilerinin Türkiye de bir takım terörist 
olayların meydana gelmesine, dış müdahalelerin olmasına karşı olduklarını ve 
böyle bir kullanıma karşı çıktığını,bu gençlerden bazılarının resmen Milli 
İstihbarat Teşkilatında ve Emniyet Genel Müdürlüğünde görev aldıklarını,belli 
seviyelere kadar da gelebildiklerini, 
 
Devletin istihbarat ve güvenlik örgütlerinin teşkilatların her kesiminden bilgi 
alması lazım geldiğini,bunun aksinin düşünülemiyeceğini ancak bilgi toplarken bu 
kesimlerdeki kişileri bilginin ötesinde operasyonel faaliyetlere sokmalarının 
fevkalade yanlış olduğunu,operasyonların bu teşkilatların elemanları vasıtasıyla 
yapılması gerektiğini, problemin bu olduğunu, Çatlı hadisesinde de problemin bu 
nedenle ortaya çıktığını, 
 
Gerek Süleyman Beyin Döneminde gerekse Turgut Beyin döneminde “Sadece Sayın 
Başbakan tarafından açılacaktır” ibaresi bulunan zarfları onların verdikleri 
yetki ile açtığını,okuduğunu ve özet bilgileri onlara aktardığını,devletin bu 
tip bilgilerine sahip 3-4 kişisinden birisi olduğunu, 
 
Milli İstihbarat Teşkilatı ve Emniyet Genel Müdürlüğü arasında çok belirgin bir 
koordinasyonsuzluk,rekabet hatta zaman zaman sürtüşme ortaya çıktığını,MİT’in 
istihbarat görevinin kendilerinde olduğunu,Emniyetin sadece adli vakalarda 
istihbarat yapması,onun ötesine karışmaması gerektiğini,Emniyet Genel 
Müdürlüğünün de MİT’in iyi istihbarat yapamadığını,Türkiye genelinde birinci 
şubelerce yapılan kendi istihbaratlarının olmaması halinde dağılacağını,hazıra 
konduğunu,iyi çalışmadığını iddia ettiğini,bunun özellikle kaçakçılık 
istihbaratı konusunda ortaya çıktığını,Emniyette Atilla Aytek’in çok kuvvetli 
bir polis müdürü olduğunu,gözüpek işinin ehli,uyuşturucu kaçakçılığı işi ile çok 
etkin mücadele ettiğini,ancak bu vasıflarını bilmesinden dolayı Genel Müdürünü 
bile takmayan,dediği dedik bir müdür haline geldiğini,onun dönemi MİT içerisinde 
o tarihe kadar kurulmamış kaçakçılık istihbaratı adıyla bir birimin kurulduğunu, 
Emniyet MİT’in bu işin içerisine girmesinin gereksizliğini savunduğunu,MİT’inde 
kaçakçılık istihbaratınında kendi konularına girdiğini ve kaçakçılık 
istihbaratının siyasî konularla da ilişkili hale geldiğini bu nedenle yapmaları 
gerektiğini savunduğunu bunun uzun seneler tartışıldığını,daha sonra Emniyetteki 
bu birim ile Mit’teki bu birim arasında problemler çıktığını,Emniyetteki birimin 
gayrıresmi şefliği daha sonra İstanbul Emniyet Müdür Muavini iken Mehmet Ağar 
tarafından üstlenildiğini, 
 
Mehmet Ağar’ın Özallarla yakın irtibatının kurulmasının bu olaylara 
rastladığını, Zeynep Özal’ın Asım Ekren isimli bir müzisyenle münasebeti 
bulunduğunu, Zeynep ve Semra Özalın gece eğlencesini çok sevdiklerini,bu nedenle 
sık sık eğlence yerlerine gecenin geç saatlerinde gitmelerinden dolayı koruma 
sorunu doğduğunu,Başbakanın kızının ve eşinin korunmasının Devlet görevi 
olduğunu,bu nedenle Emniyet Müdürü Ünal Erkan ile muhatap olduklarını,onun ise 
politik yanının bulunmaması sebebiyle bu işlerden hazzetmediğini, Mehmet Ağar’ın 
politikaya daha yatkın olduğunu,kibar nazik,zeki herkes tarafından sevilen,çok 
süratli hareket edebilen iyi polis denecek özelliklere sahip olduğunu,sivil 
sektörle çok yakın ilişkileri bulunduğunu,kendiliğinden koruma konularında onun 
daha öne çıktığını, Zeynep Özal ve Asım Ekren’in Antalyaya kaçmaları ve 
evlenmelerine ilişkin olaylarda Ekren’in İstanbuldaki aydınlık olmayan 
çevrelerle münasebetleri bilindiğinden evlenme olayının aile tarafından hiç 
istenmediğini,bu nedenle polisin koruma görevi altında Antalyaya gitmelerinin 
kontrol edildiğini,bu olayın Mehmet Ağarın Özallara yakın olmasını sağladığını, 
çünkü onu tanıdıklarını, Semra ve Turgut Özal ile çok yakın samimi olduğunu, 
âdeta onların emrinde, özel bir polis gibi olduğunu,Ankara Emniyet Müdürlüğüne 
terfian getirilmek istenildiğinde Bakanlar Kurulunda kendisinin karşı 
çıktığını,münasebetleri yönünden bu atamanın yanlışlığını anlattığını,ancak 
Turgut beyin dediğini yaparak, Ağarı Ankara Emniyet Müdürlüğüne 
getirdiğini,sonrada Ağar’ın kendisine gelerek,kendisinin aleyhinde olduğunu 
bilmesine rağmen,’emriniz varmı sayın Bakanım’ diye sorduğunu,bu tavrının da son 
derece hazımlı son derece sempatik ve olgun bir insan olduğunu gösterdiğini, 
 
Hiram Abbas’a Emniyet Mit çekişmesinin sebebini sorduğunda,MİT’in bu mafyadan 
bilgi aldığını,hem uyuşturucu kaçakçılığı bakımından,hemde siyasî bakımlardan 
bilgi aldıklarını, Emniyetinde bilgi aldığını,Mafyanın dininin imanının para 
olduğunu,başka birşey düşünmediğini,ve terörle beslendiğini,silah kaçakçılığının 
onlara kar getirdiğini,onlarında hem sağ hem de sol teröriste silah temin 
edip,para kazandıklarını,bunları bildiklerini,bilgi aldıkları grupları da himaye 
ettiklerini,mafyanında hem poliste çeşitli guruplara,hem de istihbaratta çeşitli 
guruplara dayanmak ihtiyacını hissettiğini söylediğini,bunun kendisine çok ters 
geldiğini,sonradan bunu emniyetteki kişilere de teyid ettirdiğini,bunun sonucu 
olarak da Emniyet ve Mit arasındaki rekabetin doğurduğu başka bir platformun 
oluşmuş olduğunu,yani herkesin kendi mafyasını oluşturduğunu anladığını,Hiram 
beye ve emniyetteki kişilere,” siz ne yapıyorsunuz,adamları uyuşturucu ile 
yakalayınca görmüyormusunuz,iade mi ediyorsunuz?” dediğinde çok açık bilgi 
veremediklerini,biraz müsamahakar davrandıklarını söylediklerini, kendisinin de 
”Mafyayı ikiye ayırdınız,bilgi aldıklarınızı müsamahaa ediyorsunuz, emniyetin 
mafyası ayrı Mitin mafyası ayrı,emniyetin içinde falanın mafyası var filanın 
mafyası var aynı şekilde mitin içinde falanın mafyası var filanın mafyası var bu 
ne biçim iş böyle kepazelik? “ dediğini, bunun üzerine konuyu Özal’a 
anlattığını,bilgi kaynağının olabileceğini,belirli kişilerin 
korunabileceğini,ama ekipleri korumaya kadar işin götürülmesinin sakıncalarını 
anlattığını,sonradan istihbarat raporunda da ,sorgulama raporunda da bunu teyid 
eder mahiyette Dündar Kılıç’ın polisin bir kısmını bu şekilde beslediğinin 
ortaya çıktığını,bu nedenle işin ciddiyeti yönüyle ilgili kişilerle 
görüştüğünü,bir müddet sonra mafya-polis, mafya-istihbaratçı ilişkisi halinde 
devam eder,probleme sebebiyet verir dediğini, nitekim, Mehmet Eymür-Atilla 
Aytek,Mehmet Ağar-Mehmet Eymür rekabeti halinde ortaya çıktığını,sonuçta 1987 
tarihinde ki raporun ortaya çıkmasına kadar da bu rekabeti 
getirdiklerini,raporların hepsinin doğru olmadığını,özel hayatına kadar çok 
yakından tanıdığı Saffet Arıkan Bedük’e bile çamur atmalarının bunu 
gösterdiğini,bunu her tür rapora güvenmemek gerektiği için söylediğini,adamın 
kendine göre rapor yazdığını sonra da el altından bunu herkese dağıttığını,Çatlı 
ile ilişkisi olup olmadığını bilmediğini, 
 
Milli İstihbarat Teşkilatının aslında devletin en önemli ve gerekli bütün 
ülkelerde olan bir teşkilatı olduğunu,MİT’in 1960 yıllarına kadar sivil kişiler 
tarafından yönetildiğini,27 Mayıs ihtilalinden sonra asker kişilerin eline 
geçtiğini, süreç içerisinde MİT Müsteşarlığının Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir 
kadro ve tayin makamı haline geldiğini ve bunun fevkalade yanlış olduğunu,bu 
kadronun Korgenerallerin tayin yeri haline geldiğini, tüm parti liderleriyle 
yaptığı konuşmalarda MİT Müsteşarlığının Başbakandan çok Genel Kurmay Başkanına 
bağlı ve yakın olduğunu değerlendirdiklerini,12 Mart ve 12 Eylül istihbaratını 
özel olarak yapmadığını söylediklerini, 12 Eylül döneminde bir tesadüf sonucunda 
arkadaşı olan bir kişinin bilgi vermesi üzerine öğrenmesine karşılık MİT’in tam 
bir sessizlik içerisinde olduğunu,buna karşılık,askeri sistemin bürokratik 
yapısının çok iyi çalışması sonucu kodlu olarak Başbakanlığa ertesi gün ihtilal 
yapacaklarını bildirdiklerini,bu nedenlerle de ne kadar Başbakana bağlı görülse 
de hiçbir şekilde Genel Kurmay’ın dışında kullanılamayacağını, ilk sivilleşme 
harekatının buradan başladığını,Müsteşarlığın boşaldığında önce Vecdi Gönül’ü, 
sonra Saffet Arıkan Bedük’ü yani sivil birisini bu göreve getirmek 
istediklerini, olmadığını, daha sonra teşkilattan olan Hiram Abbas’ı 
önerdiklerini ancak uygun görülmediğini, o zaman Teoman Koman Paşanın 
getirilmesi söz konusu olduğunu,kendisinin emekli olmasını ve bu teşkilatın 
başına getirilmesini istediklerini ancak onunla yapılan görüşmede asker olarak 
yükselmek istediğini,bunun içinde ordu komutanı olması gerektiğini ve kıta 
hizmetine çıkacağını,bu durumdu du en fazlaa 3 yıl için orada kalmasının söz 
konusu olduğunu ve atamanın yapıldığını,sivilleşme uzantısı olarak da Evren 
Paşa’dan Hiram Abbas’ı Müsteşar Yardımcılığına atama tavizini aldıklarını,onun 
atanması ile birlikte Nuri Gündeş’in kendisine gelerek ayrılmak istediğini 
söylediğini,ayrılmaması için ikna edemediğini,onun emekli olduğunu bunun dea 
içeride hizipleşme olduğunu gösterdiğini,Hiram Abbasın son derece gözüpek,dürüst 
ve namuslu ve canını feda etmekten çekinmeyen bir kişi olduğunu teşkilatın böyle 
yetişmiş elemanları varken,Çatlılara ya da benzeri kişilere ihtiyacı bulunmadığı 
düşüncesinde olduğunu, 
 
Mit'te Teoman Koman Paşanın Turgut Beyle dostluğu zaviyesinde ilişkilerin 
yumuşatılmasıyla devam ettiğini,ancak istedikleri gibi sivilleştiremediklerini, 
Sönmez Köksal ‘ın gelmesi ile MİT’in sivilleşebildiğini,Dışişlerinde gerçekten 
kabiliyetli bir insan olduğunu, güvenlik dairesinden bilgisi bulunduğunu,o 
şekilde geldiğini ve gelmesinin de kendisince isabetli olduğunu,Sönmez beyin alt 
kadroda bir değişiklik yapmadığını aslında hem Emniyet Teşkilatının hem de Mit 
teşkilatının yenilenmeye ihtiyacı bulunduğunu, 
 
Başbakanlık Teşkilat Kanunu’nun bir maddesine göre Başbakanlık Güvenlik 
Başkanlığı’nı kurduklarını, bu birimin tamamen bir değerlendirme ve istihbari 
bilgilerin koordine edildiği bir yer şeklinde olduğunu, icrai,operatif hiç bir 
yönünün bulunmadığını, Başbakanlık Güvenlik Kurulunun başına Rüştü Paşa’nın 
getirilmesinin sivilleşmeye mani bir durum olmadığını çünkü; onun antimilitarist 
bir kişi olduğunu burda Orduya karşı olduğu anlamında değil, militarizmi bir 
anti demokratik rejim olarak alma konusunda dediğini “The man on the horce back” 
isimli kitabı tercüme eden kişi olduğunu bunun sivillerin bile yapamayacağı bir 
şey olduğunu, döneminin birincisi olduğunu, Genel Kurmay Başkanı olması gerekir 
iken olamamış birisi olduğunu, bu sebepten bu işe getirildiğini, 
 
Başbakanlık’ta ilk defa bir kripto servisi kurduklarını,çok gizli evrakların 
Başbakanlıkta toplanmasının son derece tesadüfü olması sebebiyle 5-6 kişilik bir 
ekip kurduklarını,bunların değerlendirme yaptığını,gizli evrakı muhafaza 
ettiklerini, arşivlediklerini,gerektiğinde kendilerine verdiklerini,ayrıca 
Başbakanlıkta MİT tarafından şifrelenen bir kasa bulunduğunu,bunun içerisine çok 
gizli,kripto evrakı,millî savunma ile ilgili evrakları özel olarak muhafaza 
ettiklerini,bundan Başbakanlık Güvenlik İşlerinin bilgisi olduğunu, 
 
Batılı anlamda denetim ve teftiş,araştırma işlerinin yapılamaması sebebiyle bu 
tür işlerin ortaya çıktığı görüşüne aynen katıldığını,Emniyet teşkilatında 
Teftiş Kurulunun kızak yeri olarak kullanıldığını,kariyer sisteminin kesinlikle 
bulunmadığını,öncelikle bunun kurulması gerektiğini,birçok müfettişin fezleke 
yazmayı bile bilmediğini,orasının bilindiği gibi bir teftiş kurulu 
olmadığını,her devirin değişmesinde korunanların teftiş kuruluna, daha az 
korunanların APK.’na alındığını,Osmanlı’dan bu yana Emniyet Genel Müdürlüğüne 
getirilenlerin emniyet dışından olduğunu,emniyetçilerin Genel Müdürlüğe son 
zamanlarda tam bir sistemle hakim olduklarını,Mülki idaareden koptuklarını,ancak 
hem mülki idareye hemde TBMM’ne belli dönemde lüzumundan fazla bir şekilde 
geldiklerini.Emniyetçinin Emniyet Genel Müdürü olduğu dönem, bu son zamanlarda 
olduğunu,kadrosunun bile büyük kavgalarla kendisi tarafından Vali-Emniyet Müdürü 
olarak çıkarttığını,Vali olmadan Emniyet Genel Müdürü olunmasının önüne geçilmek 
istenildiğini,ancak emniyetçi klikin bu defada Vali olarak onu kırdığı ve Genel 
Müdürlüğe geldiğini,şu anda Genel Müdürlükte Alaattin Beyin bulunmasının son 
derece güzel bir şans olduğunu,mülki idareden geldiğini vce son derece dürüst 
olduğunu,dezavantajının Emniyet hakkındaki genel bilgisizliği olduğunu, 
 
Emniyette Pol-Der ve Pol-Bir klikleşmesinin Devlete faturasının çok fazla 
pahalıya mal olduğunu,Emniyetin Mülki İdarenin kendisine müdahalesinden çok 
sıkıntı duyduğunu,ve bunu hep dile getirdiklerini,polisin kirlenmesi 
durumlarında Mülki İdareden takviye alınmak gerektiğini, Mülki İdareden Emniyete 
gidenlerin hep dışlandığını,bunları korumak içinde sonradan bunların Vali 
yapılmasının gerektiğini ve hepsinin Vali yapıldığını,Bu uygulamalarla 
karşılaşılmaması için orta bir sistem gerektiğini,poliste kalitenin artmış 
olduğunu,polisin kalitesinin ve teçhizatlanmasının gerektiğini,polis 
müfettişinin meslekten yetişmesinin sağlanması,polisteki kadroyu kırmadan mülki 
idareden polise doğru gelme olması gerektiğini,polisten mülki idareye eleman 
alınırken çok dikkatli ve cimri davranılması gerektiğini,polisin hemen büyük bir 
il valisi olması halinde bir netice alınamayacağını, 
 
Emniyette Narkotiğin çok iyi işleyen bir teşkilat olduğunu,dünyanın en iyi 
narkotikçilerinin Türkiyede olduğunu,interpolünde bunu kabul ettiğini,Türkiyenin 
uyuşturucu kaçakçılığını devlet çerçevesinde düşünmediğini,bunun Türkiyeye çok 
büyük bir haksızlık olacağını,Susurluk meselesinin istismar edilmesinin 
Türkiyeyi terörist devlet ilan edilmesi aşamasına getirdiğini,tabii ki Ermeni 
Anıtını Abdullah Çatlıya dinamitlettirildiğinin söylenmesinin buna neden 
olduğunu,işi bu hale getirmenin ihanete varan bir yanlışlık olduğunu,Türkiyenin 
bir mafya devleti olamıyacağını,hiç bir zamanda olmadığını,Türkiyenin sadece 12 
eylül döneminde kendi içinde bir hesaplaşmaya girdiğini,yanlış yaptığını,şu anda 
Türkiyenin bir hukuk devleti olduğunu ve iftiralara da karşı çıkmaak lazım 
geldiğini, 
 
Türkiyenin bütün narkotik maddelerin uyuşturucu maddelerin üzerinden geçtiği en 
büyük köprü olduğunu,buna rağmen Türkiyenin devamlı olarak mücadele 
verdiğini,eğer Türkiye bir başka türlü devlet olsaydı,50 milyar dolardan fazla 
böyle bir avantajla çok daha değişik noktalara gelebilecek ekonomik güç 
sağlayabileceğini söylediğini,arkotik polisinin şevkini kırmadan,polisle 
mafyanın ilişkilerinin çok ciddi bir şekilde gözden geçirilmesi 
gerektiğini,mafyadan bilgide,istihbaratta alınabileceğini,ancak korunmasının 
yanlış bir şey olduğunu,mümkün mertebe öldürülmesi gerektiğini,bu işin devletin 
üst kademelerine kadar gelmiş veya belirli ideolojik görüşteki kişilerin çete 
şeklinde kullaanılması haline dönüşmüşse,bunun da üzerine gidilmesi gerektiğini, 
 
Önce karşı çıktığı sonra kabul ettiği Aadnan Kahvecinin önerisi olarak gelen 
pişmanlık yasası kanununu çıkardıklarını,bununla hem teröristin terörüne maani 
olunacağını,hem de onun istihbaratının elde edilebileceğini düşündüklerini,bu 
şekilde hem sol hemde sağ guruptan insanların bu konuda kullanıldıklarını,bu 
kullanımın bir örgüt şeklinde olmadığını,münferit olarak 
kullanıldıklarını,istihbaratın alındığını ancak operasyonlara daahil 
edilmediklerini,sadece geçmişte yaptıkları işlerin bilgisinin 
alındığını,sonradan bu kişilerin,pişmanlıktan yararlananların, emniyet ve 
istihbarat teşkilatlarının içlerinde de kullanılmadığını, 
 
Örtülü ödeneğin nasıl kullanıldığını biraz bildiğini,belirli dönemlerde o 
dönemlerde de böyle özel kişilere operasyon yapsın diye örtülü ödenekten bir 
para verilmediğini, 
 
Mit raporlarının tüm gönderilen yerlere aynı nitelikte gönderildiğine 
inandığını, Susurluk meselesinde esas bilgilerin MİT tarafından verildiğinin 
aşikar olduğunu bir bakıma Emniyet Genel Müdürlüğünü karşısına aldığını ve 
kendisine göre bir maç kazandığını, bunların dış ülkelerde de olduğunu bu tür 
olayların asgariye indirmek gerektiğini, Sayın Demirel’in son dönemi ve Sayın 
Özal’ın Başbakanlığı dönemlerinde bu şekilde bir mafya ilişkisinin örgüt kuracak 
seviyede olduğu kanaatinde olup olmadığını, şu anda ise böyle bir örgütün olduğu 
ve kullanıldığı konusunda hiç bir bilgisinin bulunmadığını, son dönemde devletin 
dışında olduğunu, 
 
1990 yılında Nerden Buldun Kanunu diye bilinen 3628 Sayılı Mal Bildirimi Rüşvet 
ve Yolsuzlukla Mücadele Kanunu çıkarttıklarını, bu kanun sonradan Özal’ın da 
biraz baskısı ile çok değiştiğini, zaten Özal’ın da bunun çıkmasını 
istemediğini, kanunun şu anda güya yürürlükte olduğunu, ama hiç bir şekilde 
uygulanmadığını, bu kanun bütün Türkiye için işletilmesi gerektiğini, kayıt dışı 
ekonominin Türkiyede çok büyük hudutlara vardığını, ekonominin neredeyse 3’te 
birine kadar uzandığını, ayrıca Türkiyede mafya tipi olaylardan elde edilen 
bilhassa kumardan çok büyük kazançlar olduğunu, böyle bir paranın döndüğü bir 
ekonomide polisi ne yaparsanız yapın, bunun dışında tutmanın çok zor olduğunu, 
çünkü paraların çok büyük paralar olduğunu, hiç değilse polise halen yürürlükte 
olan yasanın uygulanması gerektiğini ve bu suretle servet değişiklikleri çok 
yakından takip etmek gerektiğini, çok ciddi bir denetleme sistemi getirmek 
sureti ile ekonominin kontrol altında tutulması gerektiğini, 
 
İstanbul’un çok özel bir proje olarak masaya yatırmak gerektiğini, polise 
verilen para ile orada dönen paraların hiç bir irtibatının bulunmadığını, yüksek 
para vermek ile de bunun halledilebileceğine inanmadığını, Gümrük konusunda bir 
bakanın istifasına neden olan konuda olanların herkes tarafından bilindiğini, 
büyük bir skandal patladığını, ama bu arada Kapıkulenin de temizlendiğini, 
 
Turgut Özal’a suikast yapıldıktan sonra konunun çok araştırıldığını, en yakın 
akrabalarından hatta arkadaşlarından bile şüphelendiğini yani bunu bir iktidar 
kavgası olarak da değerlendirdiğini, tabii sonunda yakınları ile ilgili 
şüphelerinden vazgeçtiğini, bir kaç defa bu işin karını tıkadığı bir takım 
çevrelerin mafya marifeti ile yaptırdığı bir iş olarak gördüğünü söylediğini, 
ancak onun da tam sonuca ermiş bir halini görmediğini, kullanılma meselesi 
olabileceğini, bunun arkasında polis yada herhangi bir güvenlik gücünün olduğu 
kanaatinde bulunmadığını, mafya birimi olabileceğini, bunlardan birisi menfaate 
haleldar olan birinin verdiği para ile bunu yapabileceği, ama kendisinin böyle 
bir şey söylemediğini ve onunda kafasında net bir şey bulunmadığını, Turgut 
bey’in ölümünden sonra öldürüldüğüne ilişkin iddialara inanmadığını, böyle bir 
şeyin olmasının mümkün olmadığını, bunların biraz komplo teorileri olduğunu, 
 
Ergenekon Örgütü diye bir örgütten bilgisi olmadığını, 
 
Uğur Mumcu öldürülüşünden birkaç gün önce, uyuşturucu madde kaçakcılığı artık 
tamamen PKK’ya kaydırıldığını beyan ettiğini, dolayısı ile kendisinin asker ve 
sivil Emniyet Mensuplarının PKK’ya üst seviyede kaçakçılık için yardım ettiği 
kanaatinde olmadığını, 
 
Sınır güvenliği konusu ile yıllarca uğraştığını, Irak sınırını bir türlü 
çizemediğini, Suriye sınırını çok yanlış çizdiklerini, sınırın mayınlar ile 
doldurulup haritasını da kaybettikten sonra birçok insanın o yerlerde sakat 
kaldığını, aslında bize ait milyonlarca dönüm arazinin birinci sınıf tarım 
toprağının orada bomboş durduğunu, Irak’taki fiziki zorlukların sebebi ile sınır 
çizilmesinde çok büyük zorluklar çıktığını, 
 
Türkiye’de siyasî partilerin mali kaynaklarının çok ciddi şekilde yeniden 
düzenlenmesi gerektiğini, Türkiye’de siyasal partilerin denetlenemediğini, 
Anayasa Mahkemesinin denetiminin çok yetersiz olduğunu, denetim bile 
sayılamayacağını, Mahkemenin denetim elemanının da bulunmadığını, Yargıtay 
Başsavcılığının ise bu konuda yani mali yönden denetim yaptırmadığını, siyasal 
partilerin hazineden bile aldıkları paranın trilyonları bulduğunu ancak, 
bunların tek olarak denetimi olmayan kuruluşlar olduğunu, Vali ve Güvenlik 
Güçleri ile konuştuğunu, Güneydoğu hadisesinin altında çok büyük menfaatler 
yattığını, Parlementer Hükümete kadar uzanan menfaatler olduğunu, çok ciddi 
şekilde Güneydoğu için kullanılmak üzere alınan silahların hangi kaynaklardan 
geldiğini, nasıl alındığını, kimlere ne şekilde verildiğinin incelenmesi 
gerektiğini, Güneydoğuda olayların devam etmesinden menfaatlenen çok üst 
seviyeli kişiler olduğunu bildiğini, mahalli olarak aşiretler, şeyhlikler, hakim 
sınıflar sistemi ile menfaat bağları olduğunu, oyların alınıp satıldığı, bunun 
da siyasî yozlaşmayı yarattığını, çünkü bu işin ekonomik bir sektör haline 
geldiğini, örneğin; Bakırköy Belediyesinde meclis üyeliklerinin ilk beş sırasına 
girmek için ödenmesi gereken paranın 3-5 milyar arasında değiştiğini, 
seçildikten sonra da bunun on mislini, yüz mislini çıkarttığı, siyasî partilerin 
artık Türkiyede en verimli işletmecilerinin bulunduğu yerler olduğunu, 
 
Siyasal ekonomik bağlamdaki ilişkilerin varlığını ortadan kaldırmak için ANAP’ta 
beş yıl bu işin mücadelesini yaptığını, mesela hayali ihracaatın cezasının 
ekonomik suç olduğu için ekonomik olması gerektiğine karşı çıktığını, bu 
kokuşmuşluğun başının da ANAP olduğunu düşündüğünü, ANAP’tan ayrılmasının asıl 
sebebinin de bu olduğunu ancak; ANAP’tan sonra gelenlerinde onu aratır 
olduklarını, 
 
Bu komisyon üyelerinin hiç birinin bu işlere karışmamış olması, en az hakkında 
şaibeler olan kimseler olmasının da bir teminat olduğunu, başta komisyon başkanı 
olmak üzere bu olayın Türk devletinin kendisi ile hesaplaşabilmesi olduğunu, 
Sayın Demirel’in de bu konuya girmesi gerektiğini, Ancak koalisyon menfaatleri 
ve siyasî menfaatlerin buna mani olduğunu, siyasî menfaatlerin bir tarafa 
bırakılması sözkonusu olmadan, bu işin tam üstüne gidilmesinin mümkün 
olamayacağını, herkesin kendine göre sorunları olduğunu, o sorunun karşı tarafla 
dengelendiğini, karşılıklı anlaşmalar olduğunu, bunun ihtilal idarelerinde hiç 
olmadığını, ihtilal yönetimlerinin en fazla yolsuzluğun olduğu dönemler olduğu, 
çünkü hesap soran kimsenin bulunmadığı, Millet Meclisine para kazanmak için 
değil, hizmet için girmeye başlanılması gerektiğini, halbuki şu anda parlamento 
dahil herkesin malı götürmek için bu işi diyet borcu ödemek için yaptıkları, 
onun için daha iyi bir sistem kurulması gerektiğini, Emniyette yapılan 
operasyonun çok yerinde olduğunu, Meral Akşener’in dürüst bir insan olduğuna 
inandığını, Koalisyon yıkılmasın diye kimsenin kolay, kolay bu işlere göz 
yummayacak hale geldiğini, bunun da güzel bir şey olduğunu, 
 
1986 Ağustos ayında Mardin Dargeçit’te çıkan bir olayda güvenlik güçlerinin 
olayın üzerine gitmek için sabahı beklediklerini ve vazifelerini ihmal 
ettiklerini, konunun basına da bu şekilde geçtiğini, bunu yapanların Jandarma 
olduğu, Turgut bey’in çok üzüldüğünü ve bu tam bir rezalet buna bir şey yapmamız 
lazım diyerek kendisini çağırdığını, Genel Kurmay Başkanına sorayım mı? 
dediğini, kendisinin de Genel Kurmay Başkanlığına yazalım ve hesap soralım 
dediğini ve bu konuda yazılan yazıda “Basına intikal eden Mülki İdari ve Emniyet 
kaynaklarından alınan değerlendirmelerde Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı 
birliklerin olay yerine zamanında varmadığı, ulaşmak için sabahı bekledikleri ve 
görevlerini ihmal ettikleri intibaı uyanmıştır, bu konuda soruşturma yapılarak 
sonucun bildirilmesine, olay sabit olmuşsa ilgililer hakkında gereken cezaların 
verilmesi ve bize bildirilmesi” şeklinde ifade kullanıldığını, Genel Kurmay 
Başkanı Necdet Uruğ Paşa’nın bu işi ele alıp çok ciddi şekilde komisyon 
kurduğunu, araştırmayı yapıp, sonucu bildirdiğini, verilen cevabın daha çok 
sudan bir cevap olduğunu, ama ilk defa onlara sorumluluklarının hatırlatıldığı, 
PKK konusunda polisin bu işi karışmasına sempati ile bakmadıklarını, halbuki 
kendilerine Jandarma bu konuda yeterli olmadığı kanaatinde olduklarını halen de 
aynı kanaatinin devam ettiğini, 
 
Teoman Paşa’ya göre özel timin bunlarla anlaştığı hatta kendini sattığı bu 
yüzdende bu işin devam ettiğini söylediğini, ancak kırsalın kontrolünün Silahlı 
Kuvvetlerinin elinde olması sebebi ile Özel Tim’in operasyona çıkabilmesinin 
ancak Asker tarafından verilecek talimatla mümkün olabildiğini, 
 
Türkiye’de Olağanüstü Hal Bölgesinin çok yanlış ilan edildiğini Evren Paşa’ya 
çıktığını ve kendisine “Kürt Haritasını çiziyorsunuz” dediğini, Olağanüstü Hal 
Bölge Valiliğinin çok yanlış bir sistem olduğunu, sömürge valiliği gibi 
anlaşıldığını, bunun son derece yanlış olduğunu, anlattığını, Turgut Bey’e de, 
Evren Paşa’ya da kabul ettiremediğini, ondan sonrada bu konunun 
müesseseleştiğini, Korucu sistemini dikkate alırsak 70 bin adamın dağdan daha 
sonra nasıl aşağı indirileceğinin düşünülmesi gerektiğini, kimin PKK’ya kimin 
Türkiye Cumhuriyetine çalıştığının belli olmadığını, bir sürü para aldıklarını, 
devletin silah ve mermisini kullandıklarını ancak, sistemin hemen kalkması 
halinde, oranın yine çökeceğini, 
 
Milli İstihbarat Teşkilatının kendi dönemlerinden önce, sadece Bütçe Ödenekleri 
sebebi ile Başbakanlığa bütçesini getiren, onu onaylattırıp kabulden sonra 
teşekkür eden teşkilat olduğunu, Türkiyede Genel Kurmay Başkanlığı ve Milli 
Savunma Bakanlığı hesaplarının Sayıştay da incelenmediğini, 
 
Silahlı Kuvvetlere %72 oranında zam yapılmasının çok kötü bir rüşvet olduğunu, 
askerinde bu rüşveti Tank ile cevaplandırdığını, ancak Hükümetin tüm bürokrasiyi 
bozduğunu, ücret sisteminin aynı zamanda bürokrasinin yapısı ile çok yakından 
ilgili olduğunu, 657 sayılı kanunun rütbelere ve mevkilere göre hesaplanmış ve 
bunların fonksiyonu ile ilişkilendirilmiş bir yapıda olduğunu, ihtilal sonrası 
1983’ten sonra en büyük sorunun Başbakanlık Müsteşarlığı ve diğer Müsteşarların 
asker bürokrasideki karşılarındaki kişilerin yerlerini tesbit etmekte çıktığını, 
hem protokol listesinde, hem de 657 de bunun böyle olduğunu, o zamanlar 
Başbakanlık Müsteşarını, Tuğ Generallikten alıp, Orgeneralliğe getirdiklerini, 
şimdi yapılan bu işle, Başbakanlık Müsteşarlığının, Yarbay seviyesine 
indirildiğini, sadece onların değil Genel Müdürlerin, Valilerin de ona göre 
aşağı doğru indiğini, 
 
Jandarmanın Devlette çok büyük bir problem olduğunu, bir yandan Türk Silahlı 
Kuvvetlerinin, dördüncü kuvveti olarak telakki edilirken, diğer taraftan da 
İçişleri Bakanlığına bağlı olduğunu, böyle bir şeyin olamayacağını, Jandarmanın 
Silahlı Kuvvetler olmaktan çıkarılması gerektiğini, sivil bürokrasinin 
mağduriyetini süratli bir şekilde giderilmesi gerektiğini, 
 
Emniyet Genel Müdürü Saffet Arıkan bey’in polise mümkün olduğu kadar daha fazla 
yetki almak istediğini, Özal’ı da bu konuda ikna ettiğini, polisin 
yetkisizliğini, birçok problemlere sebebiyet verdiğini bildiğini, ancak, 
yetkilerin mümkün olduğu kadar daha darlaştırıcı, daha demokratik bir çerçevede 
olmasına çalıştığını, anti demokratik rejimlerde güvenlik güçlerinin çok daha 
rahat dolaşacağını halbuki demokrasilerde polisin işinin çok zor olduğunu, 
burada önemli olanın, mümkün olduğu kadar az yetki ile, çok iş başarmak olduğunu 
bunun da hukuk devletinin meşruiyet sınırı olduğunu, 
 
Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar’ın konuta yakın 2 kişi olmalarına rağmen 
hesaplaşmaya girmelerinden karışık bir durum ortaya çıktığını, Mehmet Eymür’ün 
bu olaylardan sonra görevden alınmasına rağmen, Sayın Çiller’in Başbakan olduğu 
dönemde Sönmez Köksal’a tavsiye edilerek, aynı yere getirilmiş olmasının da 
dikkat çekici olduğunu, 
 
Türkiye de maalesef hakkında yolsuzluk iddiaları bulunan birçok kişinin bu husus 
bilinmesine rağmen, bazı göreve gelmeleri ve gelmeye de devam etmelerinin 
sözkonusu olduğunu, bunda birçok faktörün rol oynamasına karşılık, anlaşıldığı 
kadarı ile bu kişilerin kulis yapma kabiliyetleri, hulul etme kabiliyetleri 
hatta kendisini o makama getirenlere bazı menfaatler sağlamalarının, bunda etkin 
olduğunu, bunun hissedilebildiğini, 
 
1984 yılında ki Turgut bey ile 1987 yılından sonraki Turgut bey’in farklı 
olduğunu, etrafının sarılmış olduğunu, o tarihten sonra etrafından kendisinin 
ayrıldığını, dolayısı ile Ahmet’in arkadaşlarının piyasaya girdiğini, Bülent 
Şemiler hadisesinin bu konuda tam bir rezalet olduğunu, Coşkun Ulusoy’un Ziraat 
Bankası NewYork şubesine sıra memuru olarak girmek için müraacat ettiği sene 6 
ay sonra Ziraat Bankası Genel Müdürü yapıldığı, 6 ay önce ehliyetsizliğinden 
dolayı sıra memuru olarak NewYork şubesine alınmadığını, benzeri pek çok olay 
olduğunu, bürokratların da o dönemden sonra bu tür işlere çok alıştığını, 50 
yaşına kadar yanlış iş yapmadığına rahatlıkla yemin edebileceği kişilerin, 50 
yaşından sonra hırsız olarak karşılarına çıktığını, 50 yaşından sonra Bakan 
olmuş insanların gözlerinin önünde çalmaya başladıklarını, 
 
Bürokratik atamalar konusunda, bir dönemde Sayın Çiller’in eşi kendisine yakın 
ne kadar bürokrat var ise onların tayinini yaptırdığını, bunu arkadaşlarından 
duyduğunu, buraya nasıl geldin diye sorduğunda, Özer bey ile oturduk konuştuk, 
anlaştık, geldim diye beyanda bulunduklarını, hiçbirisinin Sayın Çiller’den 
bahsetmediğini, 
 
Hayali ihracat konusunda Özal ile birkaç defa münakaşa ettiğini, hayali 
ihracat’ın bir bakıma ele alındığında Türkiye’ye döviz girmesi yönünden faydalı 
olduğunu, ancak hayali ihracaat kadar, hayali ithalatın da meydana gelmeye 
başladığını, listenin başında Mehmet Ali Yılmaz’ın bulunduğunu, konuyu Sayın 
Demirel’e arz ettiklerini, listenin başında Mehmet Ali Yılmaz’ı görünce onun 
başka bir Mehmet Ali Yılmaz olduğunun söylenmesi üzerine nüfus müdürlüğünden 
konuyu ispat ettikleri, daha sonra Mahmut Öztürk’ün çalışmalarından sonra bunun 
etkisi ile Mehmet Ali Yılmaz’ın kabine dışı kaldığını, ancak Sayın Çiller’in 
Başbakan olduğunda Mehmet Ali Yılmaz’ı tekrar bütün bu bilgiler çerçevesinde 
Bakan yapabildiğini, Mehmet Ali Yılmaz’ın aklanmadığı, Şirketi ile hayali 
ihracat suçu işlediğini, 
 
1990’lı yıllardan itibaren polisin elinde müthiş bir kudret olduğunu, PKK ile 
mücadele olduğunu, kumarhanelerin kurulduğu, bu kepazeliğinde ANAP döneminin yüz 
karası olduğunu, maalesef Türkiyede kumarhanelerin kapatılacağı yerde, Turizm 
Bakanlığı’nın CHP’nin elinde olduğu dönemde aynı temaüllerin devam ettiği, Refah 
Partisinin kumara karşı olduğu açık olduğu halde, aynı temaülünün olduğu, 
Türkiyede kumarhanelerin tamamen kapatılmasının bir şey kaybettirmeyeceğini, 
çünkü buralardan elde edilen paraların büyük bir bölümünün dışarı kaçtığını, 
PKK’ya yardım ediyor diye Topal’ı vurmanın gereği olmadığını , onu takip edip 
PKK’ya para transferine mani olunduğunda gizliden gidilip, adamın vurulmasına 
ihtiyaç kalmayacağını, hukuk devletinde işin böyle yapılması gerektiğini, 
 
Ahmet Karaevli’nin Oral Çelik’in 1984 yılında uyuşturucu kaçakcısı olarak 
tutuklanması üzerine İsviçreye gidip,ilgili makamlarla görüşerek ondan kurtaran 
kişi olduğu hususunda bir bilgisi bulunmadığını,ancak şimdi sorulduğunda ilk 
aklına gelen ismin o olduğunu,görevden alınma sebebinin Kemal Horzum ile 
İsviçrede buluştuklarının tespiti,Antalyada hayali ihracaat yapan bir gemiye el 
konulması sebeblerine dayalı olarak görevden alındığını,Turgut Beyin en büyük 
endişesinin hayali ihracaat sebebiyle ihracaatın durabileceği ve ekonominin 
bozulabileceği hususu olduğunu, 
 
Kendisi ile iddia edilen hususun hukuk önünde ortaya çıktığını,aşk ilişkisinin 
ve kripto meselesinin olmadığının yargı kararı ile kesinleştiğini,bu dava 
sonunda 3 DGM Başkanının Yargıtay üyesi olmayı başardığını,davayı uzatmaları 
karşılığı yargıtay üyesi yapılacaklarının taaahhüt edildiğini ve 
yapıldıklarını,son kararı veren DGM Başkanının da Konya Devlet Güvenlik 
Maahkemesine üye olarak sürüldüğünü,Yargıtaydan da bu konuda karar geldiğini,bu 
konunun tamamen Türk siyasetinin,idaresinin hatta yargısının bir yüzkarası 
olarak tarihe geçtiğini, 
 
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine bağlı Toplumla İlişkiler 
Başkanlığının yurtdışındaki işçi sorunlarıyla ilgili Bakanlar seviyesinde bir 
koordinasyon komisyonunun olduğunu,Burada yurtdışındaki vatandaşlara sahip çıkma 
şeklinde çalışmalar yapıldığını, TİB’in bundan başka Türkiye üzerinde Ermeni-Rum 
tezviratına karşı savunma konusundaki psikolojik Hareket Projesi ve benzeri 
projelerin bulunduğunu,Türk vatandaşı işçilerin diğer dinlerin misyoner 
faaliyetlerine maruz kaldığı konusundaki ciddi iddialar üzerine Diyanet İşleri 
Başkanlığınca DİTİB teşkilatlarının kurulduğunu,bunun gizliliği olan bir proje 
olduğunu belirtmiştir.(Ek:188) 
 
16-Hanefi AVCI 4.2.1997 tarihli ifadesinde; PKK’nın ciddi eylemleri 
üzerine, Devletin PKK mensuplarına ve PKK’ya büyük destek veren kişilere karşı 
hukuki olarak yeterince mücadele edemediğini düşünen bazı devlet görevlilerinin 
hukuk dışı bir anlayışla görev yapmak gerektiğine inanmaya başladıklarını ve ilk 
defa Güneydoğu’da JİTEM görevlisi Cem ERSEVER’in bu tür faaliyetler içerisine 
girdiğini ve bunu takiben özellikle İstanbul da PKK’ya önemli ölçüde maddi 
yardımda bulunan finans çevreleri ve uyuşturucu kaçakçılarına karşı yasal 
mücadele yapılamadığı anlayışı ile illegal çalışacak gruplar oluşturulması ve 
illegal mücadele edilmesi düşüncesiyle Emniyet, MİT ve Jandarma içinde böyle 
grupların oluşturulduğunu ve eylemlerin başlatıldığını, neticede PKK’nın ve 
diğer örgütlerin destekçisi aktif unsurların susturulduğunu, daha sonra faaliyet 
gösterilecek zemin kalmayınca resmi görevli ve sivil kişilerden teşekkül 
ettirilmiş olan bu grupların kendilerine menfaat temini uğruna mafya türü 
birtakım yasadışı faaliyetlere giriştiklerini, 
 
Bu grupların Emniyet, Mit ve Jitem içerisinde ayrı ayrı oluştuğunu, Emniyet 
içerisinde Emniyet Genel Müdürü Mehmet AĞAR’a bağlı Özel Harekat Dairesi Başkan 
Vekili İbrahim ŞAHİN’in başkanlığında özel harekatçılardan ve Korkut EKEN’e 
bağlı sivillerden, MİT içinde Mehmet EYMÜR’e bağlı özel harpten geçmiş subaylar 
ile aşırı ülkücü ve mafya denen insanlardan, JİTEM içinde kendilerine bağlı 
kişilerden teşekkül ettiğini, Behçet CANTÜRK, Savaş BULDAN ve beraberinde 
gelişen beş-on eylemin ve bazı bombalama eylemlerinin bunlar tarafından 
yapıldığını, bunlara normal Polis ve Jandarmanın müdahale edemediğini, bunların 
zengin işadamlarına müdahale ettiklerini ve haraca bağladıklarını, bir kısmının 
basına intikal ettiği halde çok büyük kısmının intikal etmediği ve bu grupların 
denetlenemez hale geldiğini, YEŞİL denilen kişinin önceleri Jandarma tarafından 
Güneydoğu’da eleman olarak kullanılırken daha sonra bu gruplar içinde en büyük 
para tahsilatçısına dönüştüğünü, YEŞİL’in şu anda MİT içinde Mehmet EYMÜR ve 
arkadaşları tarafından resmen eleman olarak kullanıldığını, Ege Bölgesinde 
JİTEM’e bağlı Yüzbaşı Sinan YAŞAR ve bazı assubayların mafya işlerine 
giriştiklerini, bunların ve Ankara Jandarma İstihbarat görevlisi binbaşı Ali 
YILDIZ’ın mafya örgütleriyle de görüşerek menfaat temin ettiklerini, Kocaeli 
Jandarma Alay Komutanı Veli KÜÇÜK’ün mafyacılarla sıkı diyaloğunun olduğunu, 
Nurullah Tevfik AĞANSOY’un yurtdışına kaçırılışını MİT görevlisi Yavuz ATAÇ’ın 
organize ettiğini, Alaattin ÇAKICI ve adamlarına MİT tarafından yardımcı 
olunduğunu, 
 
Bursalı işadamı Erol EVCİL’in Alaattin ÇAKICI’yı birkaç defa kiralayarak 
eylemlerde kullandığını, son defa da banka açmak istemesine mani olanları 
etkisiz hale getirmesi için iki milyon dolara anlaştığını, ÇAKICI’nın durumu MİT 
görevlisi Yavuz’a anlatarak birlikte plan yaptıklarını, Kocaeli çetesi olarak 
basına yansıyan Hadi ÖZCAN’ın sürekli MİT ile görüştüğünü, MİT görevlisi assubay 
Duran FIRAT’ın EYMÜR’ün temsilcisi ve kirli işleri ile ilgili olarak bütün 
mafyacılarla irtibatta olduğu ve ayak işlerini yaptığını, 
 
Tarık ÜMİT olayı ve Mehmet Ali YAPRAK’ın kaçırılması olaylarında Mehmet AĞAR ve 
Mehmet EYMÜR’e bağlı gruplar arasında anlaşmazlık çıktığını, 
 
Emniyet ile MİT arasında aslında bir çekişme olmadığını, olayın özünde Mehmet 
AĞAR’la Mehmet EYMÜR’ün çelişkisi bulunduğunu, ancak bunun kendilerine bağlı 
mafya gruplarına yansıdığını ve bunların birbirlerini öldürmeye çalıştıklarını, 
 
İtirafçı Mustafa DENİZ üzerinde çıkan silah taşıma belgesinin yapılan görüşmeler 
sonunda kendisine yardımcı olmak amacıyla bir idari tasarruf olarak kendisi 
tarafından düzenlendiğini ve tabancanın Mustafa DENİZ’in Jandarma eri olarak 
görev yaptığı karargah bölüğünün resmi tabancası olduğunu, daha sonra kendisine 
taşıma ruhsatlı özel tabanca alıp bu tabancayı iade ettiği halde düzenlenmiş 
olan belgenin alınmamış olduğunu, Cem ERSEVER’in öldürülmesi olayının o zamanki 
Habur Gümrük Müdürü Ali BALKAN’ın Şoförü KEMAL’in yakalanması halinde 
aydınlatılabileceğini, 
 
Orhan TAŞANLAR’ın İstanbul Emniyet Müdürlüğüne gelirken bugün bilinen suçlardan 
ve rüşvet suçundan yakalanıp yargılanmakta olan personeli beraberinde 
getirdiğini, bunlarla İzmir Emniyet Müdürlüğünde birlikte çalıştığını, bunları 
İzmir’den Ankara’ya ve Ankara’dan da İstanbul’a tayin ettirdiğini, İstanbul’da 
bunların bu olaylara karıştıklarını, Orhan beyin belli bir grup siyasî 
tarafından İstanbul’a getirildiğini, İstanbul’dan Bursa Valiliğine 
gönderilmesinde kendi ifade ettiği gibi kumar mafyasının rolü bulunduğunu 
zannetmediğin belirtmiştir.(Ek:189) 
 
17- EMİN ASLAN 30.1.1997 tarihli ifadesinde; Yaşar ÖZ’ün pasaport 
işlemlerinin çabuklaştırılması için zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet AĞAR’ın 
talimat verdiğini, konunun basında çıktıktan sonra kendisi ile görüştüğünde 
“gerektiğinde ben onunla ilgili açıklamayı yapacağım, o talimatı zamanında ben 
size vermiştim” dediğini, Yaşar ÖZ ve Tarık ÜMİT’i Emniyet Genel Müdürü Özel 
Kaleminde gördüğünü belirtmiştir. (Ek:190) 
 
18- MEHMET AĞAR 16.1.1997 tarihli ifadesinde; Emniyet Genel Müdürlüğü 
görevine tayin olduğu vakit Türkiye’nin en önemli meselesinin terörle mücadele 
olduğunu, turistik bölgelerimizdeki patlama eylemleri sonucu turizmde büyük 
çöküntü olduğunu, Güneydoğunun dışında büyük şehirlerimizde öldürme ve patlama 
olaylarının devam ettiğini, yeni çalışma düzeni kurarak istihbarat ve terörle 
mücadele birimleri ile eğitim çalışmalarına ağırlık verdiklerini, 
teçhizatlanmayı artırdıklarını ve bunların neticesinde de göreve başlamasından 
bir yıl kadar sonra terör ve önemli asayiş olaylarında yüzde 95 civarında düşme 
olduğunu, bazı bölgelerde sıfırlandığını, 
 
Hakkında ortaya çıkan bazı kişilere usulsüz silah taşıma belgesi, kimlik, yeşil 
pasaport tanzim edilmesi gibi iddialarla ilgili olarak mahkemelere intikal etmiş 
konular olması ve Anayasanın 138. maddesi gereği bilgi vermesinin mümkün 
olmadığını, 
 
Ömer Lütfi Topal’ın failleri olarak ihbar üzerine İstanbul emniyet Müdürlüğünce 
alınan özel tim polislerinin Emniyet Müdürü tarafından konunun kendisine 
anlatılıp serbest bırakacaklarını söylemesi ve bunları bir de kendi Daire 
Başkanlığının tetkik etmesinin ve hassasiyetle üzerinde durulmasının uygun 
olacağı görüşüne varmaları üzerine Ankara’ya getirttiğini, 
 
Uyuşturucu kaçakçısı Hüseyin BAYBAŞİN’in 1983 yılında İstanbul İkinci Şube 
Müdürü iken zorla senet imzalatma ve gasp suçundan yakalayıp tevkif ettirmesi 
yüzünden MED TV’de hakkında iftiralarda bulunduğunu, 
 
1988 MİT Raporunda adının geçmesi üzerine zamanın emniyet Genel Müdürüne ve 
Başbakanına hakkında tahkikat açılması için müracaatta bulunmasına rağmen 
açılmadığını Başbakanlık Teftiş Kurulunca yapılan tahkikat hitamında da 
iddiaların aslı çıkmadığını belirtmiştir. (Ek:191) 
 
19- DOĞU PERİNÇEK 24.12.1996 tarihli ifadesinde; 1981 yılında Abdullah 
ÇATLI ile MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram ABBAS’ın buluştuğunu ve kendisinin bunu 
çok anlamlı bulduğunu, çünkü Türkiye’nin 12 Eylül’e bir istikrarsızlaştırma 
operasyonu ile getirildiğini, 12 Eylül günü CIA Ortadoğu İstasyon Şefi Paul 
HENZE’nin Amerika’ya, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarımızı kastederek 
“Our boys have done” (bizin oğlanlar bu işi becerdi) şeklinde mesaj çekmesinin 
12 Eylül’ün tamamen Amerikan Devleti tarafından planlandığını gösterdiğini, 12 
Eylül öncesindeki olaylarda CIA ve Amerikan faaliyetlerini aramak gerektiğini ve 
bunda Abdullah ÇATLI’nın özel bir rolünün gözüktüğünü, Hiram ABBAS ve Mehmet 
EYMÜR’ün CIA’nın MİT içindeki elemanları olduklarını, ÇATLI ve arkadaşlarının 
Amerika’ya götürülerek CIA’de eğitimden geçirildiklerini, ÇATLI’nın İsviçre 
Bostadelle Cezaevinden eroin kaçakçılığından mahkum olduğu ve infazı bitmediği 
halde CIA tarafından çıkarıldığı, ÇATLI ekibinin 1981’den sonra doğrudan doğruya 
Amerika’nın kontrolü altına girdiklerini ve buna bağlı olarak da Tansu ÇİLLER ve 
Özer ÇİLLER ile irtibatlandıklarını, kendilerinin buna Çiller Özel Örgütü 
dediklerini, bu örgütün; birinci olarak Amerika Birleşik Devletlerinin bir 
yeraltı faaliyeti olarak gördükleri Azerbaycan Darbesi olayına giriştiğini, 
halbuki Haydar Aliyev’i devirmekte Türkiye’nin hiçbir çıkarı bulunmadığını, o 
zamanki Başbakan Tansu ÇİLLER’in bu darbe faaliyeti içinde yer aldığını ve bunun 
da ÇATLI’larla Tansu ÇİLLER arasındaki bağlantının kanıtlarından olduğunu, 
 
Özel bir görüşmede Haydar ALİYEV’in ÇİLLER bu darbede var mı sorusuna “ÇİLLER 
bugün Türkiye’nin Başbakan Yardımcısı, bunu açıklayıp Türkiye-Azerbaycan 
ilişkilerini bir krize sokamam ki” cevabını verdiğini, 
 
İkinci olarak, Çeçenistan’a silah ve adam gönderdiğini, bunun neticesinde Rusya 
Başkanının Moskova’da basını toplayarak “Türkiye Çeçenistan’a silah ve adam 
yolluyor, onların da kürt meselesi var, biz de onu mu karıştıralım” diyerek 
Türkiye’yi tehdit ettiğini ve bundan sonra PKK’nın Moskova’da bürosunu 
kurduğunu, Türkiye’nin Çeçenistan’ı, Rusya’nın da kürt meselesini 
karıştırmasının sadece Ameriya’ya yarayacağını, Amerika’nın böylece her iki 
devleti kontrol edeceğini, bunun da Orta Asya doğalgaz ve petrol boru hatlarıyla 
ilgili olduğunu, Rusya ile Türkiye’nin sürtüşmesiyle bu boru hatlarının 
Amerika’nın tam denetimi altına gireceğini, 
 
Üçüncü olarak, İran’la savaşı kışkırtmak istediğini, İran’ın başında kim olursa 
olsun, Türkiye’nin İran’la dost olmaya mecbur olduğunu, Abdullah ÖCALAN ile 
görüşmesinde, kendisine “biz İran tarafından korunuyoruz” diye İran tarafından 
korunduklarını kendisine beyan ettiğini, Amerika’nın Dışişleri Bakanlığı, 
Savunma Bakanlığı, Pentagon ve CIA’ye yakın yarı resmi organlardan izlediği 
tespitlere göre, sürekli bir Türkiye-İran çatışması senaryosunun bulunduğunu, 
Türkiye ile İran’ın, birbirlerini, aleyhlerinde faaliyet gösteren PKK ve Halkın 
Mücahitleri örgütlerini himaye etmekle suçlayacaklarına dış ticaret hacmimizi 
nasıl 10 milyar dolara çıkartırız, işbirliğimizi geliştiririz, kürt meselesinin 
bölgede Amerika tarafından kullanılmasını birlikte nasıl önleriz diye kafa 
kafaya vermeleri gerektiğini, 
 
Dördüncü olarak, Çin’in Uygur bölgesine sabotaj timleri gönderildiğini, 
kendisinin durumu Sayın Cumhurbaşkanına mektupla bildirmesi üzerine Genelkurmay 
Başkanınınbu faaliyeti dudurduğunu, 
 
Beşinci olarak, Kuzey Irak’taki CIA faaliyetlerine karıştığını, bütün bunların 
Amerikan çıkarlarına hizmet eden faaliyetler olduğunu, 
 
Çiller Özel Örgütünün PKK ile aynı çanaktan beslendiğini, PKK’nın Suriye’den 
getirdiği uyuşturucuyu bunların alarak Ege güzergahı denen yol üzerinden 
Avrupa’ya sevkettiklerini, Abdullah ÇATLI’nın Hollanda, Hüseyin KOCADAĞ’ın da 
Fransa bağlantısı olduklarını, Hollanda ve Fransa’da ayakları olduğunu, sol 
maskeli örgütleri de eroin işinin içine çekerek kontrol altına aldıklarını, 
 
Amerika’nın PKK’ya müsamaha gösterdiğini, çünkü, Türkiye’ye “benim kriz 
bölgelerinde müdahale gücüm olacaksın” dediği ve “Kuzey Irak’ta bir Kürdistan 
kurulacak, sen de bunu himayen altına alacaksın” planını dayattığını, Turgut 
ÖZAL-ÇİLLER çizgisinin, bu dayatma olan Kuzey Irak’ta bir kürt devleti kurulsun, 
biz de bunu himaye altına alalım, Musul-Kerkük petrollerinden de yüzde 5-yüzde 6 
hisse alalım olduğunu, Amerika’nın “Irak’ı böleceğiz, ya siz geçin bu Kuzey 
Irak’taki kürt devletinin başına ve onu koruyun veyahut da biz bu işi İran’a 
vereceğiz. Siz yapmazsanız İran’a vereceğim ve Türkiye bölünecek” açıkça “ya 
büyüyeceksin ya küçüleceksin” dediğini, bu Kürt devleti himaye altına alındığı 
takdirde İran’la, Arap dünyası ile Rusya ile hatta Avrupa’yla cephe cepheye 
gelineceği, bir tek Amerika ile birleşileceği, Amerika’ya bağlı bir Kürdistan, 
ikinci bir İsrail oluşmasını Avrupa’nın iyi karşılamayacağını, Türkiye’nin 
Amerika’dan başka hiçbir seçeneği kalmayacağını, 
 
Çekiç Güç’ün Kürt devletinin kurulması amacıyla Kuzey Irak’a yerleştirildiğini, 
Irak’ın bölünmesine hizmet ettiğini, gıda yardımı ve insani yardım adı altında 
Kuzey Irak’a birtakım silahlar götürdüğünü, Eşref BİTLİS’in bu ve benzeri 
durumları tespit ederek Genelkurmay Başkanlığına raporlar halinde bildirdiğini, 
Doğan GÜREŞ’in Amerika’nın kriz bölgelerine müdahale gücünü benimsediğini, Eşref 
BİTLİS’in ise “Biz Amerika’nın kriz bölgelerine müdahale gücü olursak 
parçalanırız” dediğini, 
 
Irak’a ambargonun boşluğunu Türkiye devletinin eroin ticaretiyle doldurduğunu, 
resmi makamlara göre Irak’a ambargo yüzünden 40-50 milyar dolar kaybettiğimizi, 
Türkiye’nin dışa satımıyla dış alımı arasında 20 milyar dolar fark olduğunu, 
yılda 8 ila 15 milyar dolar eroinden girdiğini, Irak’a fasulye, mercimek, 
buzdolabı satmaktan kaybetmiş olduğumuz kazancı eroin satarak doldurduğumuzu, 
Türkiye ekonomisinin eroine bağımlı hale geldiğini, Amerika’ya bağımlılığın 
Türkiye’yi bu hale getirdiğini, 
 
Eşref BİTLİS’in uçağının buzlanmadan, pilot hatasından ve uçak yapım hatasından 
düşmediği gerçeklerinin teknik ve bilimsel açıklamalarla tespit edildiğini, 
Doğan GÜREŞ’in uçağının düştüğünün ertesi günü alelacele hiçbir ciddi araştırma 
yaptırmadan ve uzman olmayan subaylardan bir heyet kurdurarak rapor tanzim 
ettirdiğini ve buzlanma oldu diye kendi arkadaşının ortadan kaldırılması 
hakkında yalan beyanda bulunduğunu, Eşref BİTLİS’in Cem ERSEVER ve çevresindeki 
20 kadar subay tarafından ortadan kaldırıldığını, Cem ERSEVER’in büyük suçlar 
işlediği ve büyük açıkları bulunduğundan üzerine gidilmesi söz konusu iken 
ordudan istifa ettiğini, Aydınlık’a gelerek yaptığı açıklamalar arasında “Eşref 
BİTLİS suikasti’ni açıklarsam yer yerinden oynar” dediğini, daha sonra da 
Abdullah ÇATLI’lar tarafından Başbakanlık Poligonunda sorguya çekildiğini ve 
Eşref BİTLİS suikastindeki rolü nedeniyle ortadan kaldırıldığını, 
 
Uğur MUMCU’nun öldürülmesinde İran’ın MOD adlı yeraltı kuruluşunun önemli rolü 
bulunduğunu, MOD’u ABD’nin büyük ölçüde kontrol ettiğini, eroin işine girdiğini 
ve içinde Şah döneminden kalma SAVAK ajanlarının çalıştığını, Lazım ESMAELİ ve 
Asgar SİMİTKOV’u öldüren İranlıların da bu örgütten olduklarını, İran Dışişleri 
Bakanı Mumcu suikastinden sonra Türkiye’ye geldiğinde konunun sorulması üzerine 
“Biz, 25 milyar doları kapsayan bir doğalgaz ve petrol anlaşması yapmak için 
Türkiye’ye geliyoruz, tam geldiğimizden bir gün önce böyle bir suikast yapıp 
Türkiye ile ilişkilerimizi berhava etmenin hangi mantığa sığdığını açıklamak 
lazım” dediğini ve kendilerinin de bunun doğru olduğu kanısında olduklarını, 
burada İran’ın bir çıkarı olmadığını, 
 
ABD’nin raporlarında “Kemalizmin modası geçti, Türkiye’ye ılımlı İslam gerekli, 
Türkiye’nin kimliği ılımlı İslam olmalı” dendiğini, bizim kültürel kimliğimizi 
Amerika’nın belirlediğini ve bunun da “Ilımlı İslam” olduğunu, bu sebeple 
Amerika’nın, Kemalizmin bugünkü temsilcileri ve savunucuları olan Uğur MUMCU, 
Bahriye ÜÇOK ve Muammer AKSOY’u öldürterek Kemalizmi savunanlara gözdağı 
operasyonu yürüttüğünü, 
 
Dışişleri Bakanlığını CIA’nın kontrolüne alamayacağı için ÇİLLER tarafından bir 
CIA istasyonu kurulduğunu ve arkasından Dışişleri Bakanlığının by-pass 
edildiğini, ÇİLLER’in Başbakan olunca dış Türkler arasında koordinasyonu 
sağlamak için bir Başbakanlık Müşavirliği kurduğunu ve başına kayınpederi CIA 
ajanı olan, Amerika bağlantıları bilinen kayınpederi emekli Deniz Yüzbaşı Kamil 
YÜCEORAL’ı getirdiğini ve bunun eline muazzam devlet imkânları verdiğini, 500 
milyar liralık örtülü ödeneği de bunun üzerinden kullandığını, Raşit DOSTUM’la 
da ilişkileri bulunduğunu, Raşit DOSTUM’a 3 milyon dolar gönderdiklerini, 
gönderilen 4 milyon doların da kayıp olduğunu, 
 
Kamil YÜCEORAL’ın da bir CIA istasyonu olarak ve MİT’teki Özer ÇİLLER’in adamı 
Tolga ATİK ile beraber çalıştığını, bunların Gaziosmanpaşa Koz Sokak ve Hoşdere 
Caddesinde yerleri olduğunu, buralarda olağanüstü donatım ve dinleme araçları 
bulunduğunu, Mesut YILMAZ’ın evi dahil çeşitli yerlerin dinlenmesinin bu 
istasyon tarafından yürütüldüğünü, 
 
ÇİLLER’in Amerikan vatandaşı olup, 1971 yılından beri ABD Dışişleri Bakanlığına 
hizmet veren “çağrılı görevli” olduğunu, sözleşmeli ya da kadrolu olmayıp davet 
üzerine görev yaptığını, “güvenilir eleman” olarak nitelendirildiği için ihtiyaç 
halinde görevlendirildiğini, resmi görevinin Kuzey Afrika ve Ortadoğu Dairesi 
Savunma Sanayiinden Sorumlu Sekreteryada görevli Davetli Personel olduğunu, ABD 
Adana Konsolosu Elizabeth SHELTON ile bağlantılı olduğunu, 
 
GAP Bölgesinde İsrail ile ilişkili olarak Sedat BUCAK’lar tarafından geniş 
araziler kapatılmakta olduğunu ve bu faaliyetin Shelton tarafından 
denetlendiğini, uyuşturucu trafiğinde de etkin bir rol oynayan BUCAK’ların bu 
faaliyet sırasında İsrail ile de işbirliği içinde olduklarını, 
 
ÇİLLER ve AĞAR’ın Türk Hava Yolları aracılığı ile eroin ticareti yaptıklarını ve 
bu işte HAVAŞ’ı kullandıklarını, HAVAŞ’ın şimdiki ortaklarından birinin Mehmet 
AĞAR’ın kardeşi Yunus AĞAR olduğunu ve Yunus AĞAR’ın eroin işinde kilit bir 
insan olduğunu, Almanya’da eroin ile yakalandığını, Turgay CİNER ile yakın 
ilişkisi olduğunu, eroin kaçakçısı Baybaşin’in, Mehmet AĞAR ile birlikte eroin 
kaçakçılığı yaptığını çok ayrıntılı bir şekilde ince ayrıntılarına kadar 
Aydınlık Gazetesinde anlattığını ve bunun ses kaydının yapıldığını, 
 
Özer ÇİLLER’in eroin işinde olduğunu gösteren bilgi ve belgelerin önümüzdeki 
dönemde çıkacağını, nükleer madde kaçakçılığında Özer ÇİLLER’in olduğunu, 
Almanya’da, Lakoza adında Deguza denen Alman Kimya Sanayi tekelinin paravan 
şirketiyle anlaşmalar yaptıklarını, Osmiyum, Uranyum gibi nükleer maddeleri 
sattıklarını, İran’a da bu maddeleri sattıkları, İran’a satıştaki ilişkilerin 
öldürülmüş olan Esmaili ve Simitkov adındaki MOD ajanları üzerinden olduğunu, 
 
Abdullah ÖCALAN’ın Körfez Savaşından sonra “Mesut Barzani ve Talabani 
Amerika’nın desteğiyle bir kürt devletçiliği kurdular, demek ki Amerikan 
desteğiyle bu iş oluyor ve Amerika gelip Ortadoğuya büyük bir güç olarak oturdu, 
ben de Amerika’ya ve Batı’ya yaslanarak ve insan hakları gibi heyetleri tahrik 
ederek bir durum yaratabilir miyim” politikasına girdiğini, Öcalan’ın Suriye’nin 
elinde rehin olduğunu, hiçbir yere çıkamayacağını, Suriye devletinin resmi 
politikalarının dışında hiçbir şey yapamayacağını ve Suriye ile bağlantısının 
memurluk düzeyinde olduğunu belirtmiştir.(Ek192): 
 
20- NECDET MENZİR 23.01.1997 tarihli ifadesinde; İstanbul Emniyet 
Müdürü iken, Emniyet Müdür Yardımcısı Mestan ŞENER’in telefon ederek, bir evde 
yapılan aramada iki yeşil pasaport, iki silah ve bu silahların ilgili tarafından 
taşınabileceğini ifade eden yazılı emir bulunduğunu, daha sonra da Emniyet Genel 
Müdürü Mehmet Ağar’ın bunların Emniyet Genel Müdürlüğüne gönderilmesi talimatını 
verdiğini bildirdiğini, kendisinin de “madem talep ediliyor şahsın aranıp 
aranmadığına, silahların bir olayda kullanılıp kullanılmadığına bakın ve mutlaka 
mevcut bu evrakları kurye marifetiyle gönderin” dediğini, iddiaların kendisine 
bildirildiğine göre, pasaportların devlet tarafından verildiğini ve belgelerin 
de yine devlet tarafından düzenlendiğini, bu durumda sahteliklerinin söz konusu 
olamayacağını, ancak, sahte bir evrakın düzenlenmesinin söz konusu olacağını, 
Adliye’ye müteallik bir işlemin olmasına cevap verecek bir durumun da 
olmadığını, 
 
Sonradan araştırdığında Adana havaalanında bir kişinin sahte pasaport veya sahte 
vizeyle ele geçirildiğini ve bu kişinin bunu Yaşar Öz’den temin ettiğini, onun 
marifetiyle aldığını söylediğini, Adana Emniyet Müdürlüğünün de İstanbul Emniyet 
müdürlüğüne “Yaşar Öz’ün bir olaya katıldığı, böyle bir şeyi tanzim ettiği iddia 
olunmaktadır, şahsın yakalanarak ifadesinin alınmasını ve nüfus cüzdan suretinin 
gönderilmesini, başka bir suç unsuru var ise adliyeye sevki” şeklinde yazı 
gönderdiğini, yapılan araştırmada Yaşar Öz’ün İnterpol ile Emniyet ve Adalet 
makamları tarafından aranmadığının anlaşılması üzerine silahların incelenmesi ve 
gerekli zabıtların düzenlenmesinden sonra Emniyet Genel Müdürüne hitaben 
“yapılacak soruşturmaya esas olmak üzere, değerlendirilmek maksadıyla evraklar 
ve silahlar ilişikte gönderilmiştir” şeklinde yazılıp gönderildiğini, sonradan 
yaptığı incelemede pasaportların devlet tarafından verildiği ve belgelerin de 
yetkililer tarafından düzenlendiğinin, Yaşar Öz’ün yapılacak olan bir istihbarat 
operasyonunda devlet tarafından kullanılacağının söylendiğini öğrendiğini, daha 
sonra zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ile karşılaştığında konuyu 
sorunca “büyük bir operasyon hazırlanıyor bu istihbarat ile ilgili, bunlardan da 
istifade edilmesi için biz bu hazırlığı yapmıştık, çalışma devam ediyor” 
şeklinde cevap aldığını, 
 
Ömer Lütfi Topal’ı tanımadığını, kendi İstanbul Emniyet Müdürlüğü zamanında o 
alemin ve yeraltı dünyasının zapturapt altına girdiğini, 
 
Yurtiçinde ve yurtdışında birkısım insanların devlete hizmet için çalışmalarının 
yasal bir zemine oturtulması gerektiğini, ihtisas mahkemeleri kurulmasının, 
savcı ve hakimlerin de belirli konularda uzmanlaşmalarının faydalı olacağını, 
suçların takibinde teknolojik gelişmelerden mutlaka istifade edilmesi 
gerektiğini belirtmiştir. (Ek:193) 
 
21-NURİ GÜNDEŞ 28.01.1997 tarihli ifadesinde; 1965-1984 yılları 
arasında İstanbul’da MİT Bölge Daire Başkanlığı’nda Şube Müdürü, Bölge Daire 
Başkan Yardımcısı ve Bölge Daire Başkanı, 1984-1986 yılları arasında da 
Ankara’da MİT Müsteşarlığında Yurtdışı İstihbarat Başkanı, 1993-1994 yıllarında 
da Başbakanlık İstihbarat Başdanışmanı olarak görev yaptığını, 
 
Abdullah Çatlı’nın 1977 yılından beri hedefleri olduğunu, kullanılıp 
kullanılmadığını bilmediğini, istihbarat için Ermeni olanları da kullandıklarını 
belirtmiştir. (Ek:194) 
 
22- DENİZ GÖKÇETİN 2.03.1997 tarihli ifadesinde; 1995 yılı Kasım 
ayında asayişten sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı olarak İstanbul Emniyet 
Müdürlüğünde göreve başladığını ve başarılı bir çalışma sürdürdüklerini, 
 
Ahmet Çetinsaya’nın yeğeni Ömer Çetinsayan’ın Don Petro Disco’daki hisselerini 
tehdit etmek suretiyle Söylemezler’in aldığını, Ömer Çetinsaya’nın göstereceği 
adreslerde sanık araması yaparken Kızıltoprak’taki büroyu tespit ettiklerini ve 
buraya tesadüfen komiser muavini ile Ömer Çetinsaya’nın gittiklerini, büroya 
önce komiser muavininin girdiğini, içerdeki şahısların komiser muavininin 
silahını alıp yere yatırarak etkisiz hale getirdiklerini, içeriden gelen sesleri 
duyan Ömer Çetinsaya’nın içeriye girip bu durumu görmesi üzerine silahını çekip 
çatışmaya girdiği ve bu sırada SÖYLEMEZLER’in adamı olup daha önce Ankara’da 
Rumork Disco önünde Sedat Bucak’ın yeğenlerini öldüren sanıklardan Sait Aydın’ın 
öldüğünü, olayın tahkikatını yaparak ele geçen sanıkları adliyeye 
gönderdiklerini ve firarda olan aralarında Faysal Söylemez ve Sena Söylemez’in 
de bulunduğu sanıkları yakalamak için ekipler oluşturduklarını, ancak, bu sırada 
İl Emniyet Müdürlüğüne getirilen Kemal Yazıcıoğlu’nun kendisinin görev yerini 
değiştirdiğini, bunun üzerine yıllık izne ayrıldığını, izinde iken de kendi 
görevlendirdiği ekiplerin Adana otoyolunda Söylemez Kardeşleri yakaladıkları, 
bunlardan Faysal Söylemez’in ifadesinde, Başkomiser Halim Apaydın aracılığı ile 
kendisine para verdiğini söylediğini, bunun yalan olduğunu ve Faysal Söylemez 
ile Halim Apaydın’ın Mahkemede “ biz polisteki ifademizi işkence sonucunda 
verdik, böyle birşey söylemedik” diyerek yalanladıklarını, rüşvetin oluşabilmesi 
için bir işin yapılmış olması gerektiğini, halbuki Söylemezler tahkikatında 
yaptıkları bir usulsüzlüğün bulunmadığını, işkenceden suçlandıklarını, hem 
işkence yapmanın hem de rüşvet almanın mümkün olamayacağını, 
 
Suçsuz olduğu ve cezaevinde can güvenliğini düşündüğü için teslim olmadığını, 
ağır ceza mahkemesinin delil toplama safhasının uzun olmasının da bunda etkili 
olduğunu, birinci duruşmada teslim olunduğu takdirde altı duruşma süresince 
cezaevinde yatılacağını, 
 
Çok başarılı bir meslek hayatı olduğunu, 40 takdirname aldığını, medyanın iddia 
ettiği gibi Söylemezler Çetesinin üyesi olmadığını, hiçbir endişesi olmadığını 
ve gerçeğin çıkacağını, kaçmasının sebebinin de bu olduğunu belirtmiştir. 
(Ek:195) 
 
23- SEDAT DEMİR 2.03.1997 tarihli ifadesinde; İstanbul Emniyet 
Müdürlüğünde Asayiş Şube Müdürü olarak görev yaparken İl Emniyet Müdürü’nün 
değiştiğini, Emniyet Müdürlüğü emrine alındığını, daha sonra da Kars iline 
tayininin çıktığını, 
 
Söylemezler’le ilgili çalışmaları kendilerinin başlattığı halde yeni gelen 
yöneticilerin, bunların kendileri tarafından korunduğu şeklinde yanlış bilgiler 
verdiğini, Söylemezler ile ilgili olarak Polis, Savcılık ve Mahkeme aşamasında 
herhangi bir suçlamanın bulunmadığını, arkadaşına sattığı evi, o arkadaşını 
irtikap ederek sattığından dolayı tutuklandığını, 
 
Ruhsatsız olan kumarhaneleri ve gazinoları büyük baskılara rağmen Polis Vazife 
ve Selahiyetleri Kanununa göre re’sen kapattıklarını, Ömer Lütfi Topal’ı gıyaben 
tanıdığını, gıyabi tutuklamasının kendilerine gelmediğini, kendisine ve 
kumarhanelerine müsamaha göstermediklerini, komploya kurban gittiklerini, 
Söylemezler’i korumadıklarını belirtmiştir. (Ek:196) 
 
24- AYHAN ÇARKIN 28.02.1997 tarihli ifadesinde; 1986 yılında gittiği 
Diyarbakır Özel Harekat Şube Müdürlüğündeki görevinden 1990 yılında İstanbul 
Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü operasyon grubuna geldiğini ve yasadışı 
örgütlerin operasyonlarına bilfiil katıldığını, bu operasyonlardan dolayı halen 
sekiz davasının devam ettiğini, 8 Ağustos 1995 tarihinde de Şanlıurfa 
Milletvekili sayın Sedat Bucak'ı korumak üzere görevlendirildiğini, 
 
Kamuoyunda Susurluk diye adlandırılan olaydan dolayı çete suçlamasıyla tutuklu 
bulunduğunu, Abdullah Çatlı'yla münasebetlerini ve Ömer Lütfi topal cinayeti ile 
ilgili Cumhuriyet Savcılığına ve Devlet Güvenlik Mahkemesine ifade verdiğini ve 
bu ifadelerin aynen geçerli olduğunu, 
 
Sedat Bucak'ın ismini yapmış olduğu görevler dolayısıyla Diyarbakır'da 
duyduğunu, PKK'ya karşı verdiği mücadeleyi ve bu uğurda kayıplar vermiş olduğunu 
bildiğini ve buradan bir gönül bağı doğduğunu, Ankara'da Daire Başkanlığına 
geldiğinde de tanıştıklarını, biribirlerini sevdiklerini, koruma konusu gündeme 
geldiğinde kendisine teklifte bulunduğunu ve seve seve kabul edeceği cevabını 
verdiğini, sonra da Sedat Bucak'a koruma olarak görevlendirildiğini, 
görevlendirilmeden önce de Ankaradaki bürosuna gittiğini, ibrahim Şahin'in de 
gidip geldiğini, Abdullah Çatlı'yı da Mehmet Özbay olarak ikibuçuk yıl önce bu 
büroda tanıdığını, çok iyi dostça ilişkileri olduğunu, kazaya kadar Mehmet 
Özbay'ın abdullah Çatlı olduğunu bilmediğini, 
 
Mehmet Özbay'ın 1994 sonlarında kendi gözü önünde TBMM'ne kimliğini vererek 
girdiğini, Anavatan Partisinin Balgat'taki binasına da iki sefer girdiğini, 
 
Mehmet Özbay vasıtası ile Haluk Kırcı, Sami Hoştan ve Fevzi Bir ile de 
tanıştığını, Ömer Lütfi Topal ile hiçbir ilişkileri olmadığını, Hüseyin Kocadağ 
ile Diyarbakır'da Özel Harekat Şube Müdürü iken operasyonlarda defalarca yan 
yana ölümü paylaştıklarını, 
 
Hüseyin Kocadağ'ı Mehmet Özbay ile birlikte görmediğini, Drej Ali ile Mehmet 
Özbay'ın beraber olduklarını, 
 
Kanal D TV kanalında kendisi ile ilgili "İstanbul Emniyet Müdürlüğü Asayiş 
Şubesinde eroin krizine girip infiale kapılarak devlet için cinayetler işlediği" 
şeklindeki yayın üzerine kendisini savunmak için Hürriyet Gazetesinin binasına 
giderek Rahmi Turan'a "benim kişilik haklarıma, benim aileme saldırıyorsunuz, bu 
hakkı size kim veriyor, sizi çocuklarınızı öldürürüm, size evlat acısı 
yaşatırım, çünkü benim de evladım var, bana eroinman, bana katil, bana şerefsiz 
dediniz, aylardır Kemal Yazıcıoğlu müdürümle, polisin, birbirimizin arasını 
açtınız.." dediğini, Rahmi Turan'ın odasında kendisine "canlı yayına çıkarmısın, 
10 milyar lira para verelim" teklifinde bulunulduğunu, "ben kendimi parayla 
satmam, Özel Harekatcıyı satın alacak para daha basılmadı" cevabını verdiğini, 
oradan HBB'ye giderek Behiç beyle görüşüp programa çıktığını, bundan amacının 
ailesine karşı olan sorumluluğu olduğunu, 
 
Yaşar Okuyan ve Agah Oktay Güner'in kendisini Almanya'ya Mesut Yılmaz'ın 
kardeşinin yanına göndereceklerini, kendileri ile dolaylı teması olduğunu ve bu 
durumu mahkeme safhasında ispat edeceğini, Yalova'da sayın Okuyan ile görüşen 
veya ikili ilişkileri olan bazı şahıslar tarafından bu teklifin kendisine 
iletildiğini, Ömer Lütfi Topal'ın öldürülmesi olayının, Topal'ın ortağı Sami 
Hoştan'ı Mehmet Özbay vasıtası ile tanımış olmalarından dolayı kendilerine 
yüklenilmek istendiğini, sürekli olarak kendilerinin yapabileceği imajının 
işlendiğini, katil olmadığını, bu olaydan dolayı 17 milyon dolar aldığının 
söylendiğini, 
 
Ömer Lütfi Topal'ı öldürmediklerini, görmediklerini, tanımadığını ve hiçbir 
şekilde hiçbir ilişkilerinin olmadığını, 
 
ANAP Genel Başkanı'nca ve Sayın Eyüp Aşık'ın kamuoyuna "kaset var, belge var, 
itiraf var, bunu İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu'ndan öğrendik, 
netleştirdik" şeklindeki beyanları üzerine "kaset var ve ne konuştuğum ortada" 
dediğini, 
 
Hakkındaki ihbardan sonra Asayiş Şubesine kendisinin gittiğini ve gözaltına 
alındığını, Topal olayı konusunda sorgulandığını, neticede "bu konuyla ilgili 
şubemizce gözaltına alınan bu şahıslar anılan öldürme olayı ile ilgileri 
olmadığı anlaşıldığından, fakat konunun önemine binaen bağlı bulundukları Daire 
Başkanlığı bünyesinde tetkik edilmesi" şeklinde tutanak tanzim edildiğini, orada 
da bir müddet sorgulama ve araştırma yapıldığını, herhangi bir suçları 
bulunamayınca konunun kapandığını, 
 
Üç beş tane özel timcinin üzerinden polis teşkilatının yıpratılmaya 
çalışıldığını, bir suç işlemişse yalnız kendisinin yargılanması gerektiğini, 
kendi yüzünden müdürlerini ve bütün teşkilatı kimsenin yargılamaya hakkı 
olmadığını, 
 
Kendilerini çete olarak nitelendirenlerin bunu belgelendirmeleri gerektiğini, bu 
suçlamada bulunan kişi ile bütün operasyonları beraber yaptıklarını, 
Mahkemelerdeki illegal örgütlerle ilgili davalarda kendisinin yargısız infaz 
suçlamaları ile yargılanmakta olduğunu, 
 
Ömer Lütfi Topal'ın oğlunun, babasının katillerini bulana büyük miktarda para 
ödülü vereceğini vaadettiğini ve bu paranın Kadıköy'de bir yerde emniyet mensubu 
kişiler tarafından paylaşıldığının konuşulduğunu, bu konunun araştırılması 
gerektiğini belirtmiştir. (Ek:197) 
 
25- Oğuz YORULMAZ 28.02.1997 tarihli ifadesinde; Ömer Lütfi Topal'ın 
öldürüldüğü tarih olan 28 Temmuz'daki olay esnasında Bakırköy'de Rıfat Usta 
isimli restorantta yemekte olduğunu, masasında bir komiser arkadaşının da 
bulunduğunu, lokanta sahibinin de bir ara polis masası diye gelerek bir süre 
oturduğunu, kendisinin onu şahit göstermediğini, 
 
PKK'yı ve Dev-Sol'u belli bir ideolojisi olan, bir lideri olan, uyuşturucu 
kaçakçılığıyla ya da silah kaçakçılığıyla finanse olan örgüt gibi gördüklerini, 
fakat öyle olmadığını, bunların sempatizanları, köşe yazarları ve medya 
spikerlerinin bulunduğunu, "siz gidin dağda tetik çekin, biz buradan başka 
şekilde sizi destekleyelim" dediklerini, 
 
Dev-Sol'un cezaevinde kendilerini öldürmeleri için İBDA-C'ye 300 bin dolar 
teklif ettiğini, bunun gerçekleşmesi halinde, 5-6 özel timcinin öldürülmesi 
halinde örgütün güzel bir yere geleceğini, çünkü kendilerinin mahkemelerde 
yargısız infaz iddiası ile yargılanmakta olduklarını, 
 
Ziya Bandırmalıoğlu ve Ayhan Çarkın'ın çocuklarının sünnet düğününe katıldığını, 
bu düğüne Sedat Bucak'ın gelemediği için kendisini temsilen aşiretinden 3-4 
kişiyi gönderdiğini, Mehmet Özbay'ın da gelerek Ziya'nın çocuğunun kirvesi 
olduğunu, Sedat Bucak ile Siverek'e gittiğinde bir defa Mehmet Özbay'ı orada 
gördüğünü belirtmiştir. (Ek:198) 
 
26- Ercan ERSOY 28.2.1997 tarihli ifadesinde; 1977 yılında Polis 
Kolejini bitirdiğini, 1980 yılında ise şimdiki adı Polis Akademisi olan Polis 
Enstitüsü son sınıf öğrencisi iken disiplin puanlarının yükselmesi yüzünden 
mezun olamadan okuldan atıldığını ve Polis Memuru olarak Merzifon’da göreve 
başladığını, daha sonra meslekten de ihraç edildiğini ancak Danıştay’a açtığı 
davayı kazanarak döndüğünü, Özel Harekat kursunu bitirdiğini, Siirt ve İzmir’de 
çalıştıktan sonra Özel Harekat Daire Başkanlığına tayininin çıktığını, kendi 
isteği ile tekrar İzmir’e döndüğünü, Özel Harekat Şubesinde çalışırken kendi 
isteği ile 1995 yılında ayrılarak karakolda çalışmaya başladığını, emekli olmayı 
düşündüğünü Güneydoğuda görevli iken korumalığını yaptığı, tanışıp dost olduğu 
Sedat Bucak’a söylediğinde “eğer çalışmaya niyetim varsa, bana koruma verecekler 
gelir misin” diyerek koruması olmasını teklif ettiğini, teklifi kabul ettiğini 
ve daha sonra da tayini çıkınca Sedat Bucak’ın yanında koruma olarak göreve 
başladığını ve kazadan sonra açığa alınıncaya kadar bu görevinin devam ettiğini, 
olay günü de birlikte olduklarını, 
 
Kazadan önceki pazar sabahı, kaza yapan mercedes oto ile Sedat Bucak, kendisi, 
Gani, Mustafa ve Enver İstanbul’a giderek Hilton Oteline yerleştiklerini, o gece 
otelden çıkmadıklarını, otele kendi aşiretinden Seyit Ahmet ile Fevzi beyin bir 
emlakçıyla beraber geldiğini, bunların beraberlerinde Altınoluk tarafında 
Burhaniye Dalköy denilen yerdeki bir arazinin tapu ve benzeri belgelerini 
getirerek gösterdiklerini, İstanbul’a vardıklarının ikinci günü taziye için Ali 
YASAK’ın şirketine gidip otele döndüklerini, sabahleyin Ankara’da Sedat Bucak’ın 
yazıhanesinde tanıştığı Mehmet Özbay’ın da otele geldiğini, kahvaltıdan sonra 
Sedat Bucak’ın kendisine anahtar uzatarak “Ercan, Gani’yle beraber inin, bir 
araba daha geldi, sizin eşyaları ona koy, Mehmet bey de bizle beraber gelecek” 
dediğini, bahsedilen arsaya bakmaya gideceklerini, emlakçı Fevzi’yi de Sedat 
beyin “sen git bizi orada bekle” diye bir gün önceden gönderdiğini, kendisinin 
yeni gelen Mercedes otonun, Gani’nin de Sedat beyin 600 Mercedesin direksiyonuna 
geçerek hareket ettiklerini, gece Yalova-Termal’de kaldıklarını, ertesi günü 
saat 14.30-15.00 gibi yola çıktıklarını, bu defa Sedat beyin Mercedesini Mehmet 
beyin kullanmaya başladığını, Gani’nin de kendisinin yanına geçtiğini ve arkadan 
onları takip ettiklerini, Burhaniye’de Fevzi ile buluşup araziyi gezdiklerini, 
ertesi günü bir taziye için İzmir’e hareket ettiklerini, Mehmet Özbay’ı Prenses 
Otele bırakarak kendilerinin taziye için gittiklerini, otele döndüklerinde Sedat 
beyden “Yasemin Ağar için burada korumalar var, Enver’in de benim de evlerimiz 
İzmir’de” diyerek izin alıp Enver’le birlikte sabah dönmek üzere İzmir’e 
gittiğini, 
 
Taziyeden otele dönerken kendilerini yolcu eden aşiret mensuplarının otosunun 
“polisiz, yol kontrolu yapıyoruz” diye durdurulduğunu ve yapılan aramada 
ruhsatsız silahlar çıkmış olmasına rağmen Bucak aşiretinden oldukları için 
kimliklerinin tespit edilerek silahların da alınmadan bırakılmış olduklarının 
kendisine söylenmesi üzerine yaptığı araştırmada polis tarafından böyle bir 
uygulama yapılmadığını öğrendiğini ve bu durumdan kuşkulandığını, bunun üzerine 
Sedat Bucak’a burada fazla kalmayalım, gidelim dediğini ve Sedat Bucak’ın da 
“Kuşadası’nda benim yazlığım var, yapıldığı günden beri hiç görmedim. Gidip 
orayı bir göreyim. Kuşadası’nda Onur Otel var orada kalırız” cevabını verdiğini 
ve Onur Otele gittiklerini, 
 
İzmir’de kaldıklarının ikinci günü sabah kahvaltısında Gonca Us’u Mehmet 
Özbay’la beraber gördüğünü, Gonca’nın İzmir’de olduğunu gece veya sabah telefon 
ederek gelmiş olabileceğini, o gün İzmir’de gezdiklerini, Sedat Bucak’ın 
“Hüseyin bey geliyor, havaalanına git, Hüseyin beyi al gel” dediğini, Hüseyin 
beyi karşıladığını, yolda Hüseyin Kocadağ’ın emekli Emniyet Müdürü Tamer Kırklar 
ile görüştüğünü ve Tamer Kırklar’ın da kendilerinin yemek için buluştuğu Deniz 
Restoranta geldiğini, yemekten sonra Tamer beyin ayrıldığını, kendilerinin de 
otele döndüklerini, ertesi günü akşam saatlerinde Kuşadası’na giderek otele 
yerleştiklerini, iki gün orada kaldıklarını, Sedat beyin Davutlar’daki evini 
gördüğünü, müteahhit ile görüştüğünü, başka bir araziye baktıklarını, saat 16.30 
sıralarında Kuşadası’ndan hareket edip Selçuk’ta yemek yediklerini, Manisa’da 
benzinlikte kahve içtiklerini, Sedat beyin bulunduğu otoyu Hüseyin Kocadağ’ın 
kullandığını ve Manisa’ya kadar önde gittiğini, yolda takip edilmediklerini, 
Susurluk’a 20 km. kalıncaya kadar kendisinin öne geçtiğini, Susurluk’ta kamyon 
konvoyuna takılınca Mercedes 600’ün kendisini geçtiğini ve kendisinin bir daha 
yetişemediğini, saat 19.30 sıralarında öndeki otolarda dörtlü sinyallerin 
yandığını ve arabaların durmuş olduğunu görünce sollayarak geçtiğini ve kazayı 
gördüğünü, kamyon şoförü ve birkaç kişinin otonun başında olduğunu, hepsi 
ölmüşler dediklerini, otonun yarısının yok olduğunu, sağ arka kapıyı açarak 
Mehmet Özbay’ı çıkarıp yere uzattıklarını, ağzından kan geldiğini, yüzünün, 
kolunun, göğsünün kırık olduğunu, “Allah” dediğini duyduğunu, kendi kullandığı 
arabaya taşıdığını, Hüseyin Kocadağ’ın vurma anında ölmüş olduğunu, torpido 
gözünün alt kısmına sıkışmış olan Sedat beyi güçlükle çıkarabildiklerini, Sedat 
beyle Gonca Us’u bir steyşın oto ile Mehmet Özbay’ı da kendi kullandığı Mercedes 
ile Susurluk’a götürdüğünü, yolda Mehmet Özbay’ın nabzının durduğunu ve 
öldüğünü, gözünü ve çenesini kapattığını, hastanede Hüseyin Kocadağ, Gonca Us ve 
Mehmet Özbay’ın öldüğünün, Sedat Bucak’ın ise yaşama şansının fazla olduğunun 
anlaşıldığını, Sedat beyi oradan Balıkesir’e ve Balıkesir’den de uçakla 
İstanbul’a götürdüklerini, Enver’i kaza yapan oto ve cenazelerle ilgilenmek 
üzere bıraktıklarını, 
 
Otoda bulunan çanta denilen beyaz naylon torbayı Gani’nin aldığını, içinde para 
bulunduğunu, Gani’nin harcamaları bu çantadan para alarak yaptığını, kendisine 
de kazadan sonra gereken masrafları karşılamak üzere 230-240 milyon verdiğini, 
İstanbul’da bu parayı Sedat Bucak’ın eşi Saadet hanıma iade ettiğini, 
 
Otoda bulunduğu söylenen silahlarla ilgili bilgisi olmadığını, bildiği Sedat 
Bucak’ın zigzaver, Mehmet Özbay’ın beyaz renkte ve büyük Baretta tabancasının 
olduğunu, kaza yapan arabaya 3-5 dakika sonra ulaştıklarını, arabayı bırakıp 
gittiklerini, kimsenin kalmadığını, jandarmanın da olay yerine en az yarım saat 
sonra gelmiş olabileceğini, 
 
Sedat Bucak’ı arabanın içinden çıkarırlarken iddia edildiği şekilde koltuğun 
üzerinde MP-5 silah görmediğini, olsa idi eline ayağına çarpması, takılması 
gerektiğini, o halde de alıp öbür arabaya koyabileceğini, 
 
Ömer Lütfi Topal Cinayeti ile ilgili olarak İzmir’de İstanbul’dan gelen ekibe 
teslim edildiğini, İstanbul’a Asayiş Şubesi Cinayet Büro Amirliğine getirilerek 
sorgulandığını, sorgulama esnasında tutanak tutulmadığı gibi ses kaydı da 
yapılmadığını, iki gün sonra Ankara’ya gönderildiklerini, iki gün de Ankara’da 
kaldıktan sonra bırakıldıklarını, Ömer Lütfi Topal’ı tanımadığını ve hiç 
görmediğini belirtmiştir.(Ek:199) 
 
27- Tuncay Yılmaz Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakcılık, İstihbarat ve Harekat 
Dairesi Eski Başkanı 4.02.1997 tarihli ifadesinde; 1993 Temmuz ayından 
bu yana Kaçakcılık İstihbarat ve Harekat daire Başkanı olarak görev yaptığını, 
bu süre içerisinde tabii olarak kaçıkcılıkla mücadele ettiğini, araştırma 
konusuyla ilgili olarak sadece Tarık Ümit’i tanıdığını ve onunla temasları 
olduğunu, bu nu da Afyonun eroine dönüştürülmesinde kullanılan 150 ton asetik 
asit anhedid yakalanmıştır onunla ilgili bilgi getirdiğinde tanıştığını ve 3-4 
kez yüzyüze bir okadar da telefonla teması olduğunu, ilk defa zamanın Emniyet 
Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın odasında görüştüğünü ve Ankara ve İstanbul Emniyet 
Müdürlüklerine güvenmediği için asetit asit anhedid ile ilgili olarak Türkiye’ye 
giriş yollarını hangi vasıtalardan geldiği hususunda bilgi verdiği, ne zaman mal 
sevkiyatı yapılacağı hususunda bilgi vereceğini söyleyerek ayrıldıklarını, daha 
sonra mal sevkiyatında bilgi verdiğini ve bunun üzerine değişik partilerde 5 
ton, 30 ton ve 30 tonluk partiler halinde asetik asit anhedid yakaladıklarını, 
15 ton malın 7,5 ton eroine eşdeğer olduğunu bu miktarı Türkiye’de bir ailenin 
yapması mümkün olmadığından değişik ailelerin bu işe girdiğini, Dünyada 
yakalanan asetik asit anhedid’in % 90’nın Türkiye’de yakalandığını, bunun 
gelişmiş Avrupa ülkelerinde imal edildiğini, Türkiyenin ülke olarak asetit asit 
anhedid’in imalinin kontrol altına alınması için 1994’den bu yana Birleşmiş 
Milletler nezdinde çalıştığını, 1995 yılındaki sözleşmeye rağmen Avrupa’nın 
asetik asit anhedidin kontrol altında satışına rıza göstermediğini, eroin’in 
bitmesi için asetit asit anhedid’in mutlaka kontrol altına alınması gerektiği, 
çeşitli sebeplerle de Avrupanın bu asit’i kontrol’e yanaşmadığını, sınırlama 
yapılırsa Çin’in piyasaya hakim olacağını ve Avrupa’da kimya sanayinin zarar 
göreceğini söylediklerini, 
 
Susurluk olayında adı geçenlerin, hiçbir zaman uyuşturucu kaçakcılığı konusunda 
pazar elde etme düşüncesinde olmadığını, zaten bilgisi de bulunmadığını, 
uyuşturucu kaçakcılığına adı karışanlardan öldürülenlerin kaçakcı olabileceğini, 
ancak öldürenler konusunda kanaat belirtemeyeceğini, Abdullah Çatlı ile Hüseyin 
Kocadağ’ın birarada olabileceğine anlam veremediğini, Abdullah Çatlı’nın 
uyuşturucu kaçakcılığından dolayı bir defa mahkumiyet kararı olmasına rağmen 
kaçakcı denebilmesi için onunla ilgili diğer Avrupa ülkelerinden de bilgi akması 
gerektiğini, oysa Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden böyle bir bilgi akımı 
gelmediğine göre uyuşturucu kaçıkcısı olarak değerlendirmediğini, 
 
Karapara transferi konusunda hazırladıkları tasarıyı Adalet Bakanlığı kanalıyla 
Meclis’e gönderdiklerini ve 1996 mayıs ayında çıkarıldığını, Türkiye’de malın 1 
kilo fiyatı 15 bin mark, Almanya’da 150 bin mark olduğu, evsafına yerine ve 
perakende pazarlanmasına göre 1 milyon marka kadar fiyatın yükselebildiğini, 
Dilek Örnek hadisesinde paranın nakit olarak yurda girdiğini, Türkiye’de 
özellikle yatırım yapan büyük inşaat firmaları, turizm büroları, oteller, 
Kumarhanelerin, otobüs firmaları ve akaryakıt bayilerinin devletin kredi 
sisteminden kaynaklanmayan ancak normal olmayan yöntemlerle temin edilmiş 
paraların kullanıldığına inandığını, kendilerinin başlattığı ve “Asena” adı 
verilen proje ile Türkiye’deki kaçakcı ailelerin üç göbek öncesi ve sonrasının 
tesbit edildiğini, Almanların da buna karşı “Anadolu” projelerinin olduğu, 40 
örgütün organizasyonunun belirlendiğini, bunların Avrupadaki ayaklarının da 
Avrupalılar tarafından belirlenmesi için çaba sarfettiklerini, 
 
Türkiye’de altı laboratuvar yakaladıklarını ancak çok fazla mal olmadığını, 
Baybaşinlerle irtibatlı Konuklu ve Ay aileleriyle ilgili Yalovada Jandarma 
tarafından yakalamalar olduğunu, ancak yakalanan malın değerinin fazla sayılacak 
miktarda olmadığını, 
 
Baybaşin ile ilgili Lake S hadisesi olduğunda kendisinin görevde olmadığını, 
hadise olunca Baybaşin’in yurtdışına kaçtığını, olaydan sonra ilk defa kendisine 
gelen Aydınlık Gazetesine, Baybaşin’in uyuşturucu dünyasını daha iyi bildiğini 
söylediğini, Lake S’in açık denizde Bakanlar Kurulu Kararı ile yakalandığını, 
Kısmetim 1’de yakalanmak üzereyken son derece güç şartlarda gemiye 
çıkılamadığını, o hadiselerde arkadaşlarından birinin Baybaşin ile ortaklık 
yaptığına inanmadığını, öyle olsaydı gemiler yakalanamazdı, Lake S’in Karaçiden 
gelirken tayfalardan birinin ailesini telefonla aramıs sonucu bulunabildiğini, 
 
Kaçakcıların güvenliklerine gelince; bunların kendi korumalarını kendilerinin 
yaptığını, kimseye ihale etmedikleri, Türkiyede çek-senet mafyası olarak bilinen 
adamların olduğunu, ancak bu konuda fazla bilgi sahibi olmadığını, Emniyetten 
ayrılan bazı sivil arkadaşlarının birçok yerde koruma görevi yaptıklarını, 
bunlardan Gaziantepte Şube Müdürü olan Güven Oktay emekli olduktan sonra 
Burdur’da yakalandığını, ancak kimin kiminle uyuşturucu bağlantısı olduğunu 
bilmediğini, 
 
İstihbarat temininde MİT’in fonksiyonuna gelince; MİT’in zaman zaman aldığı 
bilgiyi sadece uyuşturucuya bağlı kalmaksızın, resmi yazıyla değil klasik bir 
bilgi notuyla gönderdiği, kendisinin de ilgili şubeye göre değerlendirmesini 
yapıp o teşkilata bilgi verdiği, bütün istihbarat kaynağının da sadece o 
teşkilat olmadığını, informal denen bazı insanların devlet adına kullanılmasına 
rastlamadığını, Afganistandan İngiltereye kadar her ülkede bir adam olduğunu ve 
bu insanlar da rant’dan kazanç elde ettiklerini, uyuşturucu ile mücadelede; 
PKK’den bahsedildiğinde Avrupa ülkelerinin Türkiyenin politikasındaki 
değişiklikleri hissettikleri, Türkiyenin bu suçtan zararı olmadığı halde neden 
mücadele içinde bulunduğunu, Türkiye PKK’nın uyuşturucu kaçakcılığı içinde 
olduğundan bahsedince yani 1994’den sonra çocukları da kullanmaya başlayınca 
Türkiye’nin mücadeledeki yerini kavradıkları, Kürt mafyası ile Laz mafyasının 
uyuşturucu ticaretinde önemli gruplar olduğunu, 
 
Hakkari Yüksekova’daki uyuşturucu fidye bağlantısı ve Kahraman Bilgiç 
hadisesinde soruşturmanın asker tarafından yapıldığını, onun için detayını tam 
bilmediğini, ancak içerisinde polisin de yer aldığını hatta Hakkari, İstanbul ve 
Tuzla da 8 memur hakkında işlem yapıldığını, ancak ayrıntısını hatırlamadığını, 
Hakkari gibi bir yerin helikopterle bile % 20’sinin kontrolünün zor 
sağlandığını, bu bölgede yerleşik alan ve polis bölgesinin az olması, 
uyuşturucunun girip çıktığı aşiretlerin hakim olduğu bölgelerin polis bölgesi 
olmaması nedeniyle mücadeleyi etkilediği, Dünyada uyuşturucu mücadelesinin 
genellikle gümrükçüyle ve Jandarmayla yapıldığını, ancak Türkiye’de polisin bu 
işle yüzyüze bulunması nedeniyle çarpıklık oluşturduğu, bölgede çalışan 
personelin mahalli olmasından ve gece harekat imkânının kısıtlı olmasından 
kaynaklanan sıkıntılar olduğunu, 
 
Narkotik dışında silah kaçakcılığı konusuna gelince; Türkiye’ye daha çok Kuzey 
Irak’tan terörist refakatinde gelmiş kaçak silahlar olduğunu, yoksa sistematik 
olarak başka silah ticaretinin sözkonusu olmadığı, menşeine bakılmaksızın 
silahlara ruhsat verilmesi hususundaki yasal düzenlemenin kendi mücadelelerini 
olumsuz etkilediğini, kendilerinin daha çok ruhsata bağlanmadan yakalanan 
silahlarla uğraştıklarını, 
 
Daha önce konu edilen Cantürk olayı ile ilgili olarak, burada uyuşturucu 
pazarını ele geçirme kavgasından ziyade, bu pazarı yürüten insanlar arasında 
haraç alma kavgası olduğu, Yaprak, Captagon kaçakcısı olduğu halde 
yakalayamadıklarını, hatta sabıka kaydı ve belge bulunmaması kendilerinin 
harekat sahasını daralttığını, Mehmet Kasar, Leyla Zana’nın evindeyken operasyon 
yapıldığını, hem narkotik hem de PKK konusu olduğu için iki koldan operasyon 
yapıldığını ancak terörcüler önce baskın yaptığı için eroinin Kasar tarafından 
döküldüğünü dolayısıyla narkotikcilerin amacına ulaşamadıklarını, 
 
Tarık Ümit’in Abdullah Çatlı ve arkadaşları tarafından öldürüldüğüne dair bilgim 
yok, ancak Tarık Ümit’in öldürüldüğüne inanmadığı, O’nun asıl hedefinin Dursun 
Karataş olduğunu kendisine söylediğini, Tarık Ümit’i Mehmet Eymür ve Atilla 
Aytek ile çalıştığını söylediği için MİT’in asıl ajanı intibaının oluştuğunu, 
 
Hüseyin Kocadağ’ı tanıdığını, onun meslekten ihracı, içki ve kadına zaafiyeti 
olduğunu ve bu zaafiyetten yeraltı dünyasının yararlanabileceğini, kendisi işe 
başladıktan sonra Dündar Kılıç ve Avukatı Burhan Apaydın’ın görüşme taleplerini 
kabul etmediğini, Hadi Özcan’ı da tanımadığını ve onların operasyonlarını da 
kendilerinin yapmadığını, 1984 operasyonunda Dündar Kılıç’ı Tarık Ümit’in ihbar 
edip, sorguladığını, 
 
Uyuşturucu kaçakcılığı ile mücadelede spesifik bir hadise olduğunda bilgi 
teafisi yapıldığını, ancak bu teafi sırasında da bazı sıkıntılar yaşandığını; 
herhangi bir Avrupa ülkesine kendisi istemeden veya hakim kararı olmadan bilgi 
geçildiğinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı davranılmış olduğunu, bu 
nedenle o ülkeler Türkiye’ye bilgi verdikleri takdirde kendilerinin de bilgi 
verdiğini, yani mütekabiliyet esasına göre çalışıldığını, Kanada’da yakalanan 
uyuşturucu kaçakcısının üzerinde çıkan telefonlarla ilgili hem kanada’da hem de 
Türkiye’de araştırma yaptıklarını, telefonun Başbakanlığa ait olduğunu 
öğrendiklerini, bununla ilgili Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü ve Turizm 
Müsteşarlığı ile yazışma yaptıklarını, Kanadalının da cezalandırıldığını 
öğrendiğini, Yaşar Öz’ün uyuşturucu ticareti yaptığına dair herhangi bir kayıt 
olmadığını, uyuşturucu kaçıkcısı Baybaşin’in 1995 martında Türkiye’ye iade 
kararı vardı ancak Hollanda yargıtayının aralık ayında susurluk olaylarını da 
bahane ederek karar verdiğini, asit dışındaki uyuşturucu maddelerin % 60’ının 
Türkiye’de yakalandığını, bu konuda Türkiye’nin en duyarlı ülke olduğunu, Batı 
da ise, asitle mücadele edilmeyip Türkiye’ye gelmeyen efedin ile mücadele 
edildiğini, bir başka özellik te; Avrupa ve Amerika da asli unsurlardan ziyade 
göçmen ve sığınmacı statüsündeki gelir seviyesi düşük insanlarla zencilerin daha 
çok uyuşturucu kullandıklarını, bu durumun da batı devletlerinin uyuşturucu ile 
mücadele politikasını etkilediğini, 
 
Uyuşturucu ile mücadelede görevli insanların bu kesimde çok para döndüğü için, 
sistem de müsait olduğundan uyuşturucu organizasyonuna veya korumasına 
meylettiklerini, bunun sistemden kaynaklandığını, 
 
Türkiye’de çek-senet mafyası denen grupla ülkücü mafyanın geliştiğini, aslında 
mafya değilde organize suç çeteleri demenin daha uygun olacağını, Alaaddin 
Çacıkı, Ümit Ölmez geçmişte çek-senet yapan kesim olduğundan ülkücü mafya diye 
bir kavram geliştiğini, ancak bunların uyuşturucu kaçakcılığı içerisinde 
görmediklerini, ancak Hollanda da bir kahvehanede hem ülkücülerin hem de 
PKK’lıların aynı anda uyuşturucu ticaretini yaptıklarını duyduğunu, Abdullah 
Çatlı’nın üzerinde çıkan kokain’in onun satıcı değil kullanıcı olduğunu 
gösterdiğini, uyuşturucuyla ilgili mücadelede Gümrüklerdeki sıkıntının asıl 
Gümrük ile Gümrük Muhafaza arasındaki kavgadan kaynaklandığını, önemli kapılarda 
ve İstanbul ve Ankara havaalanlarında müşterek bir tim kurmak için gayret 
sarfettiklerini ancak gümrük idaresinin karşı çıktığını, fakat Gümrük muhafaza 
ile iyi bir diyalog içinde olduklarını, bununla ilgili 1992 yılında iki bakanlık 
arasında bakanlar düzeyinde protokol imzalandığını, gümrük kapılarında geçiş 
yapan bayanların üst aramalarını yapabilecek bayan elemanın istihdam edilmesi 
gerektiğini, bunun da Türkiye’deki istihdam sorunundan kaynaklandığını, narkotik 
subelerin normalde il seviyesinde örgütlendiği ancak Yüksekova’da da kurulması 
yönünde yetkililerle görüşmelerinin olduğunu, 
 
Narkotikle mücadelede yıllar itibariyle artan seviyede başarı sağlandığını 1993 
yılında 2.2 ton, 1994’de 3,5 ton, 1995 yılında da 4,5 ton yakalandığını, 
Jandarmanın da mücadeleye katkıda bulunmasının sevindirici olduğunu 
belirtmiştir. (Ek:200) 
 
28- Metin Günyol 2.03.1997 tarihli ifadesinde; 1965 senesinde servise 
girip, inkıtalı olarak 22 mart 1981 tarihine kadar çalıştığı, 1982 Ekim ayında 
tekrar servise dönüp 1986 yılı Ocak ayına kadar serviste çalıştıktan sonra 
istifa ederek özel sektörde çalışmaya başladığını, Serviste istihbarat bölümünde 
değerlendirmeci olarak çalıştığı için Devlet'in bazı kişileri ASALA veya PKK'ya 
karşı kullandığını bilmediğini, 
 
Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Haluk Kırcı, Yaşar Öz, Tarık Ümit gibi kişilerin 
yurt dışına çıkışta kullandıkları pasaportların sahte olduğu hususunda 
bilgilerin intikal etmesi üzerine tahkiki için yazılar geldiğinde tahkik 
ettirilerek bölge müdürlükleri vasıtalarıyla arşiv araştırması yapılıp, 
kaldırıldığını, MİT'in bu tip insanları operasyonlarda kullandığını tahmin 
etmediğini, yukarıda adı geçenlerin yurtdışına gönderilişini organize ettiği 
söylenen Mete beyi de tanımadığını, kendisinin kasıtlı olarak Mete bey diye 
lanse edildiğini, 
 
Abdi İpekçi öldürüldüğünde ve Ağca hapisten kaçırıldığında teşkilatın kendisini 
görevlendirdiğini ve Ağca ile ilk röportajı da kendisinin yaptığını, faili 
meçhul olayı çözmek için çok çaba sarfettiklerini, Uğur Mumcu yazılarında 
Mayorka'ya gidişinin Ağca takikatıyla ilgili olduğunu iddia etse de kendisinin 
servisten ayrılıp Mayorka'da Otoban diye bir şirketin genel müdürlüğünü 
yaptığını, bu tür konuları gündeme taşıyan medyanın kendisiyle görüşme 
yapmamalarına rağmen aleyhinde çok şeyler söylendiğini, 
 
İpekçi davasında asıl suçlunun Ağca olduğunu, Ağcayı, ülkü ocaklarına kayıtlı 
sempatizan biri olan Bünyaminin O'na asker elbisesi giydirerek kaçırdığını, Ağca 
İstanbul'da bir süre kaldıktan sonra Erzurum üzeri iran'a götürüldüğünü, 
İran'dan kaçış yolu bulamayınca tekrar istanbul'a gelip kendisine verilen sahte 
bir pasaportla Bulgaristan'a çıktığını oradan da Viyana veya İsviçreye 
gittiğini, kaçırılış olayında rol oynayanların cinayete azmettirenler olduğunu 
ancak onların kim olduğunu bilmediğini, araştırmalarında Ağca'nın konuşmadığını 
ve Ağca'nın bu olayı para karşılığıyaptığını, Ağca'nın Beyazıtta bir 
kahvehaneden alınarak kendilerince sorgulandığını ve sonunda Ağca'nın; 
megolomani içinde, yaptığı işten gurur duyan kendisine yapılan saygıdan 
mütehassis bir haleti ruhiyyesi olduğunu Ağca çıktıktan sonra gazeteye mektup 
yazarak papayı vuracağını söylemişse de, kimsenin buna inanmadığını, Ağca'yı 
buna hükmettirenin kim olduğunu da bilmediklerini, zaten dönemin İçişleri Bakanı 
Hasan Fehmi Güneş'in verdiği ikinci bir emirle Ağca'nın MİT'le görüştürülmesi de 
yasaklandığından sorgulama imkânı bulamadıkları, 
 
Uğur Mumcu ile görüştüğünde Albay Turan Çağlar konusunun gündeme geldiğini, 
Asker orijinli albay Turan Çağlar'ın kendilerini Doğu Perinçek ve Aydınlık 
Gazetesine sattığını ve 6 arkadaşının resminin Aydınlıkta yayınlandığını ve 
bunun sonucu 6 arkadaşlarının öldürüldüğünü, Turan Çağlar'ın Amerikalılarla da 
teması olduğundan CİA servisinin mensubuyla iş üstünde yakalanması sonucu 
cezaevine konulduğunu, bütün bu olaylarda Doğu Perinçek'in düzenleyici ve 
organizatör durumda olduğunu, 
 
Abdullah Çatlı, Oral Çelik ve İbrahim Ural'ı da tanımadığını, MİT, Jandarma 
emniyet ve Genelkurmayın istihbarat örgütler arasında kendi zamanında bir 
çatışma olmasa da Özal döneminde MİT'e karşı kampanya başlatıldığını, 
Cumhurbaşkanları ve Başbakanlar yapılan darbelerin kendilerine haber 
verilmemesinden kaynaklanan rahatsızlıkla yeni istihbarat örgütlerinin 
kurulmasının gündeme geldiğini, Jandarma istihbaratı olarak JİTEM'i bildiğini, 
emniyet içinde böyle bir birim oluşturulduğunu bilmediğini, 
Cumhurbaşkanlığındaki Erkan Gürvit'in de; operasyonculuk sıfatı, istihbarat 
nosyonu olmayıp sadece irtibat memurluğu yaptığını, MİT'in espeyonel ve 
Kontraespenenol görevlerde çalışıp, bilgileri derleyip değerlendirip ilgili 
birime verdiklerini ve başka konuya girmediklerini, babalar konusunun kendi 
ihtisas alanı dışında ve servis olarak ta ilgilenmediklerini, 1986 yılında 
servisten ayrılışının nedeninin Özal'ın tasarrufundan kaynaklandığını, servisi 
sivilleştirme gayesiyle haksız tasarruf ve iltimasın servise sokulduğunu 
özellikle 1986 MİT raporundan rahatsızlık duyduğunu, raporların mecliste, 
sağda-solda dağıtılıp Ecevit'e dahi verildiğini, Ecevit'in Başbakanlığı 
döneminde Turan Çağlar'ın alınmasına kızma nedeninin de; bir albayın bu şekilde 
itile-kakıla arabaya bindirilip getirilmesi olduğunu, Ecevit'in bundan duyduğu 
rahatsızlıkla kendisinin MİT'den alınmasını talep ettiğini ancak görevden 
alınmadığını, 
 
1980 ihtilali öncesinde hergün 15-20 kişinin öldürüldüğünü, Devlet'de çürüklük 
ve otoritesizlik nedeniyle terörün ön plana çıktığını, halen de Gaziosmanpaşa 
olaylarında olduğu gibi olayların devat ettiğini, 
 
Bazı devletin görevlisi olmayanların ASALA'nın bitirilmesi gibi iylemlerde 
kullanılmasına gelince; MİT'in yurtdışında çalışmalarını, legal rezer olarak 
insanlarla temas kurup ajanlandığını, bunun MİT'in görevi olduğunu, bütün dünya 
servislerinin bu şekilde çalıştıklarını, 
 
MİT teşkilatının da şimdiki müsteşarı ile sivilleşme hareketinde olabilecek en 
iyi müsteşara sahip olduğunu ve hiçbir beklentisinin de bulunmadığını, MİT'in 
yıpratılmasının tek nedeninin içinin bilinmemesinden kaynaklandığını, kendisi 
görevdeyken herhangi bir konuda MİT gündeme geldiğinde açıklama yapmak üzere 
profesyonel bir basın temsilcisinin istihdamının yararlı olacağına inandığını, 
MİT kapalı kaldığından ithamların arttığını, bunun giderilmesi için görev yapmış 
bütün müsteşarlarla görüşüp, çok fazla gayret sarfettiğini, 
 
Mete ile Metin Günyol'un Özdeştirilmelerine gelince, kendisinin Ağca ile ilgili 
tahkikatından, kaçışını ve cinayetini takip etmesinden ve bunun sonucu basına 
konu olmasından kaynaklandığını, Ağca'dan Çatlı'ya bağlantı kurulduğunu, 
kendisinin afişe olmasını istemediğini, 
 
12 Eylül'den önce olaylara karışanların kendilerine fikir babalığı yapanların 
maşası olduğunu, ancak bunların topluma kazandırılacağı ümidiyle bırakıldığını, 
 
MİT'in personeli sayı olarak tahmin edildiği gibi olmayıp, teknik, kişiler ve 
istihbarat olarak mükemmel olduğunu, bünyesinde bütün kurumlarının oluştuğunu, 
bir kişinin servisten hiçbir dökümanı çıkarma olasılığının olmadığı gibi 
hiyerarşik yapının askeriyeden daha disiplinli olduğunu, MİT müsteşarının 
Başbakan ile muhatap olan bir sembol olduğunu ve Başbakan istediğinde 
Müsteşar'ın bilgiyi Başbakana sunduğunu, 
 
Türkiye'de mafyacılığın ayağa düştüğünü, polisin karşısında mafyanın birşey 
yapamayacağı gibi, mafya denilenlerden sağ ve sol örgütlerin rahatlıkla geçmişte 
haraç alabildikleri, mafyanın aslında bu kadar büyütülmemesi gerektiği, 
Türkiyede kurumların fazlasıyla yıpratılması nedeniyle geleceğin riske 
edilmesinin, Askere, polise, Mahkemelere saldırılmasının mafyadan daha fazla 
zararlı olduğunu belirtmiştir. (Ek:201) 
 
29- M.Emin Yurdakul Yüksekova Tabur Komutanı Binbaşı 18.02.1997 tarihli 
ifadesinde; Kendisinin 18 yıllık meslek hayatının 10 yılının 
Diyarbakır, Siirt ve Hakkari illerinde geçtiğini, Yüksekova'da da 1985 ve 
1994-1996 yıllarında komando birliklerinde görev yaptığını, 
 
İtirafçı olarak bilinen Kahraman Bilgiç'le ilgili olarak; bu şahsın PKK 
saflarında bölük komutanı görevindeyken kaçıp teslim olduğunu, bölgeyi, terör 
unsurlarının harekat tarzını ve barınma yerlerini bilmesi nedeniyle Tabur 
Komutanlağınca organize edilen operasyonlarda klavuz olarak kullanılmak üzere 
verildiğini, bu şahsın, kendi ismini kullanarak bazı yasal olmayan eylemlere 
giriştiği iddiasının ise kendi bilgisi dışında olduğunu, haraç alma ve infaz 
işlemlerinin de kendi taburunun görev sahasında olmasının mümkün olmadığını, 
zaten böyle birşey yapacak olsa üst komutanlarınca bilineceğini ve hakkında 
işlem yapılacağını buna rağmen mesleki hayatında ihtar dahi almadığını, Kahraman 
Bilgiç'i bağımsız herhangi bir görevde kullanmadığını kendisi as birlik komutanı 
olduğundan Tugay komutanının emri olmadan zaten kullanmasının da mümkün 
olmadığını, normalde de silahlı kuvvetlerin böyle bir şeye ihtiyacının 
olmadığını, Ancak Kahraman Bilgiç'in başlangıçta faydalı olmakla birlikte, 
Taburun mıntıkası dışında iyi niyeti suistimal eden kişisel davranışlara 
girdiğini duyduğunu, bunu öğrenince de taburuna almadığını, ancak detayı 
konusunda bilgi sahibi olmadığını, olumsuzluklarını tugay karargahına ve ilgili 
arkadaşlarına da söyleyerek uzaklaştırdığını, 
 
Tabur olarak yapılan operasyonların 1-2 gün, tugay olarak yapılan operasyonların 
da hava şartlarına göre 3-4 gün veya daha fazla sürdüğünü, bu operasyonlarda 
hangi birlik komutanı arazideki operasyondaki hedef durumuna göre riskli 
sayılabilecek yerdeyse Kahraman Bilgiç'in o birlik emrinde çalıştırıldığı, yani 
Tugay'a bağlı bütün taburların Kahraman Bilgiçten yararlandığını, Tabur da 
kaldığı süre içerisinde kendisinden habersiz yemek yemeye dahi gitmediğini, 
 
Kahraman Bilgiç'in cezaevinde yatıp yatmadığını hangi statüyle maaş aldığını, 
itirafçıların da çalıştırılma ve istihdam şekillerini tam olarak bilmediğini, 
 
Tabur Komutanlığının çalışması ve halkla ilişkiler bakımından da; Jandarma ve 
Polis gibi vatandaşla içiçe olmayıp Tugay tarafından kendilerine verilen 
operasyon görevlerini icra edip döndükleri,, ferden ve tabur olarak operasyon 
planlama yetkilerinin dahi olmadığını, uyuşturucu, toz ve kaçakçılık gibi 
konulara yönelik görevlerinin bulunmayıp sadece teröre yönelik görev ifa 
ettiklerini, 
 
Karadağ operasyonundaki toz ve silah iddialarına gelince; özel harekat timleri 
tarafından kendilerine intikal eden duyumu Tugay'a bilgi vererek köye gittiği 
halde birşey bulunamadığını ancak dönüşte askerlerin bir torba toz eroini 
çıkardıkları ve bunun özel harekat timine teslim edildiğini, tutanaklarının da 
Cumhuriyet Savcılığında mevcut olduğunu, tozla kendisinin kesinlikle alakasının 
olmadığını, Yüksekova Belediye Başkanının karısına da silah vermediğini, zaten 
onların silaha da ihtiyaçlarının olmadığını, 
 
İzmirde yakalanan Ali isimli levazım Astsubayının iddialarının da doğru olmayıp, 
o'nun gençliği nedeniyle kandırıldığını zannettiğini, O'nun iddia ettiği 
uyuşturucu kayıtlarının savcılıkta mevcut olduğu, çünkü kendilerinin operasyonda 
ferden çalışmayıp bölük komutanı, S-3 subayı ve bütün askerlerin orada 
bulunduğunu, Ali İhsan Zeydan'ın gösterdiği kişilerin yakalanıp kendisi 
tarafından para karşılığı bırakıldığı ve 5 milyar karşılığı seçimlerde 
kazandırma garantisi ile ilgili iddiaların da asılsız olduğunu, bunların silahlı 
kuvvetleri yıpratmak için söylendiğini, 
 
Milletvekillerince hazırlanan rapor ve Abdullah Canan'ın kaçırılıp öldürülmesi 
ile ilgili olarak; bölgede aşiretler arası bir kargaşa olduğunu, zaten o adamın 
çıkma saatinde askerlerinden hiçbirisinin dışarıda olmadığını, bölgenin özelliği 
nedenyile bu tip olayların zaman-zaman ortaya çıktığını, Kahraman Bilgiç'in 
kendisinin adını vererek cananlarla kişisel ilişkiye girdiğini ve bir miktar 
para aldığını duyduğunu ancak detayını bilmediğini, 
 
Abdullah Canan'ın aşiretine bağlı Karlı ve yanındaki Çatma köyünde sığınak 
olduğu şeklinde duyum gelince Emniyet ve MİT ile çalışmalar yapıldığını, özel 
harekatla birlikte amirlerinin ve komutanlarının bilgisi dahilinde yapılan 
operasyonda 4 teröristin öldürüldüğünü, sığınaklar tesbit edilerek bir miktar 
malzeme ve erzak temin edildiğini, o operasyon sonunda kapalı bir evin asker 
tarafından kurcalandığını ancak iddia edildiği gibi fazla miktarda tahribat 
yapılmadığını, bununla ilgili şikayet konusuna gelince: Mehmet Yüzbaşı'nın 
kendisine, şikayetten vazgeçeceklerini ve konuşma talepleri olduğunu söyleyince, 
kendisinin de bu konuda tedirginliklerini olmadığını, istedikleri kadar 
şikayette bulunabileceklerini söylediğini, köyde arama yapan komutanları da 
çağırarak aramayı yapanların onlar olduğunu belirtip tokalaşıp ayrıldıklarını, 
herhangi bir tehdit olayı olmadığını, Abdullah Canan'ın kendisiyle ilgili 
şikayette Yüoksekovada olmadığını ve Abdullah Canan namına başkası tarafından 
yazıldığını öğrendiğini, bu hususta Savcı Ayhan Kocabaş'ı da tehdit etmediğini o 
savcının bazı hareketleri nedeniyle ilçeden tayinen ayrıldığını, Abdullah Canan 
olayında işi tezgahlayan ve parayı alanın Kahraman Bilgiç olduğunu tahmin 
ettiğini, bunu Tugay Komutanının da söylediğini, Abdullah Canan'ın öldürüldükten 
7 gün sonra bulunduğu halde cesedinin bozulmamasını da kış şartlarına 
bağladığını, 
 
Tabur Komutanı olarak kendisinin Yüksekovada görev yaptığı sürece okul aile 
birliği toplantılarına katıldığını, ihtiyaç sahibi olan kişilere Belediye 
Başkanı ve Kaymakam tarafından tesbit edilenlerle birlikte Tugay'ın da bilgisi 
dahilinde her türlü yardım yaptığını, okul açılışlarında birçok çocuğu 
giydirdiğini, Yüksekova'da kendisine fahrihemşerilik beratı verildiğini, şaibeli 
kişilerle konuşmadığı gibi tabura da aldırmadığını, 
 
Tabur'un seçim döneminde şehir merkezinde herhangi bir görev üstlenmeyip sadece 
Mustafa Zeydan'ın köylerinin bölgesinde seçim güvenliğini sağladığı, 
 
Kahraman Bilgiç dışında, Tugay'ın bilgisi dahilinde kullanılan herhangi bir 
itirafçıyı da Yeşil'i de tanımadığını, ancak sınırötesi operasyonda iki tane 
itirafçıdan yararlandıktan sonra onların da operasyon sonunda helikopterle 
ayrıldıklarını, Kahraman Bilgiç'in, Canan'lar la ilişkiye girdiği dönemde Van'da 
otelde kaldığını ve çok fazla da para harcadığını komando taburunca kendisine 
söylendiğini, 
 
Ağaçlı köyünde yapılan operasyonda 73 yaşındaki Şemsettin Yurtsever ile o anda 
köyde ağaç toplayan 18 yaşındaki Modat Özeken ve 13 yaşındaki Münir Sarıtaş'ın 
alınmasıyla ilgili kendi birliğinin herhangi bir girişimi olmadığını, o dönemde 
kendisinin sorumluluk sahası dışında sıfır noktasında olan o köyde operasyonu 
olmadığını, 
 
Kurmay Başkanı Albay Hamdi Poyraz ile emir komuta bağlantısının olmadığını, 
JİTEM hakkında da bilgisinin olmadığını, 
 
Bölgedeki sıkıntılardan kurtulmak için öncelikle ayrı-ayrı görev yapan 
ünitelerin tek bir noktada, bir koordinasyon merkeziyle yönlendirilmeleri, sınır 
güvenliğiyle birlikte ekonomik kalkınmanın da gerekli olduğu, Yüksekovadaki 
terör, kaçakçılık ve esrar olayı bitirildiği takdirde Türkiye'deki terörün 
biteceğini belirtmiştir.(Ek:202) 
 
30- Mehmet Ali YAPRAK 14.1.1997 tarihli ifadesinde; “1996 yılı 24-25 
Mayıs gecesi polis olduğunu söyleyen kişilerce evinin önünden bir araca 
bindirilerek kaçırıldığını, kendisinin “kaçakçılık yapmak, seks hapı satmak ve 
devlete vergi vermemekle suçlandığını, serbest bırakılması karşılığında 15 
milyon mark fidye istenildiğini, kendisinin bu kadar parayı vermesinin mümkün 
olmadığını, ancak 3 milyon mark ödeyebileceğini, bunun da l milyon markını 
serbest bırakıldıktan itibaren 15 gün içerisinde, 2 milyon markın da 1 milyonunu 
2 ay sonra 1 milyonunu da ondan sonraki ayda ödeyebileceğini, kaçırılma 
sırasında gözlerinin bağlı olduğunu, cebindeki paraların, kolundaki saatinin, 
cep telefonunun ve kredi kartları ile ehliyetinin de alındığını, kaçırıldığı 
sırada üzerinde 65-70 bin markı ve 20-30 milyon TL. civarında Türk Lirası 
olduğunu, kaçırıldıktan 6 gün sonra Hilvan girişinde serbest bırakıldığını, 
Gaziantep’te işadamlarından haraç toplayan bir çetenin bulunduğunu, bu çete 
içerisinde Yahya Efe, Turgay Maraşlı, Tuncay Maraşlı, Müfit Sament gibi kişiler 
bulunduğunu, Turgay Maraşlı’nın Abdullah Çatlı’nın ortağı olduğunu, kendisini 
kaçıranların 11 kişi olduğunu ve Yahya Efe, Turgay Maraşlı, Tuncay Maraşlı, 
Müfit Sament gibi şahısların da bu 11 kişinin içinde bulunduğunu, kendisini 
kaçıranlardan hiçbirisinin Gaziantep’ten olmadığını ve hepsinin İstanbul 
tarafından geldiğini, Gaziantep’te bu kişilere yardımcı olanların Abdullah Sabri 
Kocaman, Mehmet Öztürk ve Mehmet Öztekin olduğunu, Müfit Sament’in Devlete 
çalıştığını, konuşmaması için zaman zaman tehdit telefonları aldığını, 
kaçırılması olayı ile ilgili olarak ilgili Cumhuriyet Savcılığınca takipsizlik 
kararı verildiğini, Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın talimatı ile Gaziantep 
Cumhuriyet Başsavcılığınca tekrar ifadesinin alındığını ve yeniden dosya tanzim 
edildiğini, 
 
Kendisinden istenilen 3 milyon mark fidyeyi ödemediğini, kaçırıldığında 
bırakılmadan önce videoya kaçakçı olduğunu belirten ifadeler kullanarak 
kendisinin videoya kaydedildiğini, kaçırılma sırasında gelenlerin polis 
olduklarını ve Kaçakçılık Daire Başkanlığından geliyoruz dediklerini ve 
kendisini götürdüklerini, 1973 yılından beri Gaziantep’te tıbbi malzeme ticareti 
ile meşgul olduğunu, kendisini kaçıran ve otoyu kullanan kişinin Haluk Kırcı 
olup olmadığını bilmediğini, Haluk Kırcı ile karşı karşıya getirildiği zaman 
kendisinin, kaçıranın Haluk Kırcı olup olmadığı konusunda bir kanaate 
varabileceğini, kendisinin ruhsatlı 2-3 tane silahının bulunduğunu, 3 milyon 
mark fidyeyi ödemeyişinin sebebinin bir defa ödeyince bunun arkasının gelecek 
olmasından endişe duyması olduğunu, çocuklarının kaçırılabileceği yolunda 
duyumlar aldığını; kaçıracak kişiler arasında Özel Harekattan 2 memur olduğu 
şeklinde duyumlar olduğunu, bırakılmasının tek sebebinin Yahya Efe isminin ile 
Müfit Samet isminin konuşulmaya başlanması olduğunu, Müfit Samet’in MİT’e 
çalıştığını, Müfit Samet’in kendisini kaçıranlardan birisi olduğunu ve 
İstanbul’da kaldığını, evinin önünden kaçırılmasından itibaren içinden 2500 sayı 
saydığını ve bunun da Siverek İlçesine götürülecek kadar bir mesafe olduğunu, 
mali durumunun 15 milyon mark fidyeyi ödemeye müsait olmadığını, 3 milyon markı 
ise arazilerini satmak suretiyle ödeyebilecek durumda olduğunu, kendisini 
kaçıranların, serbest bırakıldıktan sonra 2 kez aradıklarını ve kendilerine 
telefonda muhatap olmadığını, kendisini kaçıranları birbirine düşürmek amacıyla 
1 milyon mark fidye ödediği şeklinde Gaziantep’te dedikodu yaydıklarını ve bunu 
bilerek yaptığını, 
 
Çatlı’ya bağlı 7-8 grup olduğunu ve her grubun başında birisinin bulunduğunu, 
bütün gruplarda toplam 700 kişi kadar çete üyesi olduğunu tahmin ettiğini; 
Turgay Maraşlı’nın Abdullah Çatlı’yla İstanbul’daki bir tekstil firmasına ortak 
olduğunu, Turgay Maraşlı’nın aynı zamanda BOTAŞ’ın petrol dağıtım işini 
yürüttüğünü, Müfit Samet’in de tekstilci olduğunu söylediğini, Kıbrıs’ta bulunan 
Emperyal Otel’den Abdullah Çatlı’nın Turgay Maraşlı ile görüştüğüne dair elinde 
belge olduğunu, Abdullah Çatlı’nın 424 numaralı odada kaldığını ve 28 Nisanda 
kimlerle ne kadar görüştüğünün elindeki belgede mevcut olduğunu ve bunu 
Komisyona verebileceğini, kendisini kaçıran insanların korunup, kollandıklarını, 
Korkut Eken’in bu isimlerden birisi olduğunu, İbrahim Şahin’i tanımadığını, 
Mehmet Ağar ve Sedat Bucak’ı da tanımadığını ve kendileriyle bir görüşmesinin 
olmadığını,”belirtmiştir.(Ek:203) 
 
31- Avşar KEDEROĞLU 14.01.1997 tarihli ifadesinde; İstanbul’da 
ticaretle uğraştığını, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak evinden jandarma 
istihbaratta görevli olduğunu belirten bir kişi tarafından alınarak Maslakta 
bulunan Jandarma Alayına götürüldüğünü, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak en 
son kendisinin telefonu ile görüşme yapıldığı, belirtilerek Jandarma Alayına 
götürüldüğünü, Tarık Ümit’i tanımadığını ancak onu tanıyan özel harekatçı 
arkadaşlarının olduğunu, Ziye isimli özel harekatçının evindeki telefonu 
kullandığını, İbrahim Şahin’i de tanıdığını, Ayhan Akçay’ı da tanıdığını, 
İbrahim Şahin’i 1979 dan Kozaklıda Başkomiserliğinden tanıdığını, polis 
memurları Ziya ve Ayhan’ı da İbrahim Şahin’in koruması olarak tanıdığını, 
Oğuz’un da bunlarla birlikte olduğunu, ve Oğuzu’da tanıdığını, Çarkın’ı 
tanımadığını, Abdullah Çatlı’yı ise tanımadığını, bu polis memurlarının zaman 
zaman evine geldiklerini ve kendisinden araba ve telefon talebinde 
bulunduklarını, kendisinin de arabasını ve telefonunu polislere verdiğini; bu 
polis memurlarını 1992-1993 yıllarında tanıdığını Maslakta Jandarma Alayında 
tutulduğu sırada Ayhan Akçan’ın kendisini telefonla aradığını, Jandarmaya Ayhan 
Akçanın evini gösterdiğini, Ayhan Akçanın Halkalıda polis lojmanlarında 
oturduğunu, ismi Ahmet olan bir Astsubay tarafından evinden bir araçla 
alındığını, sivil aracın ise bir bayan tarafından kullanıldığını, sivil bayanı 
tanımadığını, Tarık Ümit’in kızını hiç görmediğini ve tanımadığını, İstanbul’da 
Gazi olaylarının başladığı gün kendisinin serbest bırakıldığını, Jandarma 
Alayında tutulduğu süre zarfında kendisine bir baskı yapılmadığını, Ruhsatlı 
silahının alındığını ve salıverildikten 4-5 gün sonra iade edildiğini, İbrahim 
Şahin’in ağabeyisinin yakın arkadaşı ve aile dostları olduğunu, ancak polislerin 
yakın dostları olmadığını, zaman zaman geldiklerini, 
 
Kendisine ait telefonu en son kullanan kişinin Ziya Bandırmalıoğlu olduğunu, 
 
Maslaktaki Jandarma Alayına götürüldüğünü daha sonra İbrahim Şahin’e anlattığını 
ve onunda bu işe hayret ettiğini, polis memurlarını İbrahim Şahin’in korumaları 
olması nedeniyle tanıdığını, cep telefonunu ve arabasını da İbrahim Şahin’in 
hatırına bu polis memurlarına verdiğini, Maslakta Jandarma Alayında tutulup 
serbest bırakıldıktan sonra da ara sıra polis memurları Ziya ve Ayhan ile 
görüşmelerinin olduğunu, Tarık Ümit’in kim olduğunu birkaç defa bu polis 
memurlarına sorduğunu ve arkadaşımız, onu tanıyoruz diye cevap aldığını, Ayhan 
Akça’nın adı en son kurye Dilek olayında duyulmasından sonra ağabeylerinin 
kendisine nasihat ettiğini ve bu polis memurları ile görüşmesini azaltmasını 
istediğini, bir ağabeyisinin önceleri İstanbul Ülkü Ocakları Başkanlığı 
yaptığını, şimdi ise DYP İstanbul Yönetim Kurulu üyesi olduğunu, Ziya ve 
Ayhan’ın Ankara’da görevli polis memurları olduğu ancak İstanbul’da oturdukları, 
polis memurları Ziya ve Ayhan’ın Abdullah Çatlı’dan ve ülkü ocaklarından bazı 
kişilerle konuşmalar yaptığına tanık olmadığını, ağabeyisinin Abdullah Çatlı’yı 
tanıması gerektiğini, kendisinin kanunsuz bir işi olmadığını, hayatında ilk defa 
JİTEM’e gittiğini, ikinci kez de komisyona geldiğini, Ankara’da görevli olan ve 
genellikle hafta sonlarında İstanbula gelen polis memurları Ayhan ve Ziya’nın 
Karayolu ile İstanbul’a geldiklerini, Kıbrısla bir ilişkisinin olmadığını, 
Azerbaycan, Bulgaristan, Tunus ve İtalya’ya birer defa turistik gezi amacıyla 
gittiğini” belirtmiştir.(Ek:204) 
 
32- Seyit Ahmet ALTINTAŞ 14 Ocak 1997 tarihli ifadesinde; “İstanbul İl 
Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şubesinde istihbarat elemanı olarak görev 
yaptığını, halen Diyarbakır İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü 
emrinde görevli olduğunu, Tarık Ümit’in kaybolma durumundan sonra olayla 
ilgilenmeye başladığını, Tarık Ümit’in kırmızı renkli otosunun Silivri İlçesi 
Kılıçlı Köyü yakınlarında bulunduğunu, Silivri Büyükkılıçlı Karakolunun gereken 
tahkikatı yapıp evrakları Silivri Cumhuriyet Savcılığına gönderdiğini, Tarık 
Ümit’le ilgili çalışma yapmasını İstanbul İl Jandarma Alay Komutanının 
istediğini, Tarık Ümit’le ilgili çalışmaya başlar başlamaz Mehmet Eymür’ün sık 
sık Tarık Ümit’in kızı Hande Ümit Binici’yi aradığını ve buna tanık olduğunu, 
Tarık Ümit ile Mehmet Eymür’ün çok samimi olduklarını, Mehmet Eymür’ün Hande’ye 
telefon ederek babanı Abdullah Çatlı ve adamları kaçırdı, gazetelere ilan ver 
yoksa öldürürler dediğini, Mehmet Eymür’ün 3 elemanını İstanbul’a göndererek 
Tarık Ümit Olayı’nda Jandarmanın bilgilendirilmesini sağladığnı, Tarık Ümit’in 
en son görüşme yaptığı kişilerden yola çıktığını ve Tarık Ümit’in cep 
telefonundan yola çıkarak, Tarık Ümit’in en son telefonla görüşme yaptığı 
kişinin Avşar KEDEROĞLU olduğunu, Avşar KEDEROĞLU adına kayıtlı telefonun 1 gün 
önce alınmış telefon olduğunu ve henüz kullanılmaya başlandığını, Tarık Ümit’in 
kaçırılması olayı ile ilgili olarak kendisinin sadece istihbari bir çalışma 
yaptığını, adam alma, tutma, gözaltına alma gibi bir yetkisinin bulunmadığını, 
Avşar KEDEROĞLU üzerine telefon kayıtlı ise de bu telefonla Ayhan AKÇA ve Ziya 
BANDIRMALIOĞLU’nun görüşme yaptıklarını, Avşar KEDEROĞLU’ndan öğrendiğini, 
 
Avşar KEDEROĞLU ile sadece bir mülakat yaptığını, bu mülakat sırasında polis 
memurlarından Ayhan Akça’nın Avşar Kederoğlu’nu telefonla aradığını ve Avşar 
Kederoğlu’na Yalova’dan geldiklerini söylediğini, daha sonra Ayhan Akça ve Ayhan 
Çarkın ile Ataköy Polis Karakolunda bir görüşme yaptıklarını, polis memurlarını 
görüşme yapmak üzere Karakola davet ettiğini, ancak polis memurları Ayhan Akça 
ve Ayhan Çarkın’ın bu davetini reddettiklerini, Ataköy Polis Karakolunda görüşme 
önerisinin kabulü üzerine Ataköy Polis Karakoluna gittiklerini, Karakolda iken 
İbrahim Şahin’in Ayhan Akça’yı cep telefonundan aradığını ve kendisiyle görüşmek 
istediğini ancak kendisinin karakolda bulunan sabit telefondan görüşebileceğini 
söylediğini, Ataköy Polis Karakolunun Gazi olayları nedeniyle kalabalık 
olduğunu, nöbetçi Emniyet Müdürünün de karakolda bulunduğunu ve kendisine 
hitaben polis bölgesine habersiz giremiyeceğini söylediklerini, İbrahim Şahin’in 
de kendisi ile telefonla görüştüğünü ve polis memurlarını alamıyacağını 
söylediğini, 
 
Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Emniyetten Jandarmaya bilgi gelmediğini, oysa 
Tarık Ümit’in kaçırıldığı mahallin İstanbul Kadıköy polis mıntıkası olduğunu, 
Kadıköy polisinin bu olayla hiç ilgilenmediğini, sadece jandarmanın bu olayla 
ilgilendiğini, Tarık Ümit’in aracının plakasının güvenlik nedeniyle Mehmet Ağar 
tarafından verilen bir tahsis plakası olduğunu ve bunu da kendisine MİT’in ve 
Tarık Ümit’in kızının söylediğini, olayın başlangıcında Tarık Ümit’in MİT ajanı 
olduğunu bilmediğini, bunu sonradan öğrendiğini, Ataköy Polis Karakolunda polis 
memurları Ayhan Akça ve Ayhan Çarkın ile yaptığı görüşmede Ayhan Akça’nın Tarık 
Ümit’i tanıdığını kendisine söylediğini, Tarık Ümit’in kaçırılmadan önce yaptığı 
son görüşmenin 0 532 ve son rakamları 2175 olan ve Avşar KEDEROĞLU’na ait olan 
telefonla yaptığının belirlendiğini, Tarık Ümit’in telefon numarasını Tarık 
Ümit’in kızı Hande’den aldığını, Tarık Ümit’in Tuzla’daki evinde de bir çalışma 
yaptıklarını ancak herhangi bir parmak izine rastlamadıklarını, Mehmet Eymür ile 
hiç görüşmesi olmadığını, sadece Eymür’ün üç elemanı ile görüştüğünü, Tarık 
Ümit’in Silivri’de terkedilmiş aracını gördüğünü, araçta parmak izlerine 
rastlayamadıklarını, 
 
Abdullah Çatlı, Sami Hoştan ve Haluk Kırcı ile ilgili bir çalışma içerisine 
girmediğini, Tarık Ümit’in Kıbrıs’ta bir bankası olduğunu, Tarık Ümit’in kızı 
Hande’den işittiğini, yine Tarık Ümit’in Kıbrıs’ta bir bankada ortak olduğunu ve 
bu bankanın ortaklarından birisinin de Mehmet Ağar’ın şoförünün kardeşi Ömür 
Özçelik olduğunu ve % 25 hissesi olduğunu, bunu da Tarık Ümit’in kızı Hande’den 
işittiğini, Mehmet Eymür’ün adamları ile Tarık Ümit’in yakın çevresinde 4 milyon 
dolarlık bir paradan bahsedildiğini, ancak paranın kaynağının belli olmadığı, 
Tarık Ümit ve Mehmet Eymür’ün adamlarının bu paranın uyuşturucudan gelen bir 
para olduğunu tahmin ettiklerini, Tarık Ümit, Mehmet Eymür ve Korkut Eken’in son 
derece samimi olduklarını bildiğini, kara para aklanmasıyla ilgili olarak Tarık 
Ümit’in ailesinin beyanına göre, Kazakistan, Pakistan, Afganistan tarafından 
gelen uyuşturucunun, Kazakistan, Azerbeycan’dan Nahçıvan kanalıyla Türkiye’ye 
girdiği, Türkiye’den eroinin yurtdışına, Hollanda ve Almanya’ya çıktığı, 
birkısım paranın Kazakistan’da aklandığı, Kazakistan’da 450 milyon dolarlık bir 
paranın olduğu, bu paranın da Kıbrıs’taki bankada aklandığı, Tarık Ümit’in de bu 
işin içinde olduğunun söylendiğini, 
 
Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Hayri Kozakçıoğlu’na rapor ve bilgi 
vermediğini, Hayri Kozakçıoğlu ile hiçbir görüşmesi olmadığını,” belirtmiştir. 
(Ek:205) 
 
33- SENAR ER 13.1.1997 tarihli ifadesinde; “Asıl adının Senar 
Keremoğlu olduğunu, Soyadını “ER” olarak değiştirdiğini, Van Tur otobüs 
işletmesi sahibi olduğunu; öz babası Kadir Keremoğlu’nun 15.4.1995 günü evinden 
ayrıldığını ve o günden bu yana babasından haber alamadığını, babasının Şehmuz 
DURAK isimli şahıs tarafından götürülmüş olabileceğini, 10 Temmuz 1994 de Ahmet 
Demir isminde birisinin kendisini arayıp 100 bin Mark para istediğini, 
kendisinin de bu şahsı tanımadığını söylemesi üzerine Zinnar kod adlı kişi 
olduğunu söylediğini ve bu şahsın Alaaddin Kanat olduğunu daha sonra 
yakalandığında öğrendiğini ve bu şahsın tehlikeli bir insan olduğunun ifade 
edildiğini öğrendiğini, 15 Nisan 1995 de babasının Van’da kaçırıldığını, Van’da 
bütün resmi kuruluşlara müracaat ettiğini, ancak bir sonuç alamadığını, 
babasının kaçırılmasında rol aldığını tahmin ettiği Şehmuz Durak’ın ifadesi 
alındıktan sonra serbest bırakıldığını, babasını kaçıranların daha sonra 
istedikleri fidye miktarını 750 bin Mark’a çıkardıklarını, bunu verdiği takdirde 
babasını sağ olarak iade edeceklerini söylediklerini, kendisinin de 100 bin Mark 
verebileceğini söylediğini, daha sonra durumu milletvekili Mustafa Zeydan’a 
anlattığını, onun da zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’dan randevu alarak 
Ağar’la görüştüklerini, Ağar’ın yardımcı olacağını söylediğini ve hemen İbrahim 
Şahin’i telefonla aradığını ve konu ile ilgili olarak haberdar edilmesi 
talimatını verdiğini, ancak Emniyete yaptığı başvurulardan da bir sonuç 
alamadığını, bu arada babasının kurtarılması için Yarbay Nevres Özatlı ile de 
görüştüğünü, bundan da bir sonuç çıkmadığını, kendisinden istenilen fidyeyi 
vermediği ve Alaattin Kanat’ı yakalattığı için iki otobüsünün yakıldığını, iki 
otobüsünün de silahla tarandığını, Alaattin Kanat olayından sonra bu işlerin 
başına geldiğini, babasının serbest bırakılması için 80 milyon Nazif Karacan’a, 
200 milyon lira da Lokman Çetin’e verdiğini, bunları babasının bakım masrafı 
alarak verdiğini, Alaattin Kanat’ın dayısının polis olduğunu ve Narkotikte 
çalıştığını, Nizamettin Dağdelen, Alaattin Kanat ve Mehmet Yazıcıoğulları adlı 
şahısların kendisini tek tek tehdit ettiklerini ve 100 bin mark istediklerini, 
vermediği takdirde kendisini öldüreceklerini söylediklerini, Alaattin Kanat’ı 
tutuklandıktan sonra Van’da gördüğünü, babasını kaçıran araçların 34 ALL 82, 06 
FH 600, 65 ER 279, 01 EA 600 plakalı araçlar olduğunu, plakaların da sahte 
olduğunu, babasının kaçırıldıktan sonra Jandarmada olduğunu ancak korkusundan 
isteyemediğini, babasının para için kaçırıldığını, 1994’den beri para toplama, 
fidye isteme işinin yoğunlaştığını, Yüksekova’da herkesten para toplandığını, 
kendisinden de sabıka kaydı için 5 bin mark istenildiğini, en çok para alma 
işini korucuların yaptığını, Yüksekova’da insanların kendisini güvenlik 
içerisinde hissetmediklerini, her an evden alınıp götürme korkusu içinde 
olduklarını, insanların bu nedenle isteyen herkese para vermek zorunda 
olduklarını, kendisinin fidye vermediğini buna mukabil babasının kaçırıldığını 
ve otobüslerinin yakılıp, kurşunlandığını, Yeşil, Ahmet Demir, Mehmet Yıldırım 
adları ile dolaşan şahsın askerlerin içinde olduğunu ve Jitemci olarak 
bilindiğini, fakat bu şahsın sivil olduğunu, ancak yanında birkaç kişi ve elinde 
telsiziyle dolaştığını, devamlı askerlerle birlikte olduğunu, bugüne kadar 
Yüksekova’da çok fidye alındığını, ....................... adlı uyuşturucu 
kaçakçısından da 750 bin mark fidye aldıklarını, 
 
.....................’ın İstanbul’da ikamet ettiğini, ancak Yüksekova’lı 
olduğunu, YEŞİL’in askerden güç aldığını, bunu Doğuda herkesin bildiğini, 
insanların bu şahsı sesinden tanıdığını çünkü pekçok kişiyle telefonla 
konuştuğunu, kendisi ile de YEŞİL’in birkaç kez konuştuğunu ve bir defasında 
kendisini ölümle tehdit ettiğini, Yüksekova’lıların babası Kadir Keremoğlu’nun 
başına gelenleri duydukları için fidye istendiğinde gidip gizlice verdiklerini 
ve insanların korku içerisinde olduklarını,” belirtmiştir. (Ek:206) 
 
34- MİT Müsteşarı Sönmez KÖKSAL 9.01.1997 tarihli ifadesinde; “MİT’in 
yasal bir örgüt olduğunu, 2937 Sayı ve bu Kanunun 27.maddesinin bilgi istihsali 
ve bilgi verme konusu ile ilgili olduğunu, yasal zorunlulukdan dolayı bazı 
sorulara cevap vermek durumunda olmadığını, 1992 Kasım ayında MİT Müsteşarlığı 
görevine başladığını, susurluk olayının hiç birlikte olmayacak bazı kimselerin 
beraberliğini açığa vurma açısından çok önemli olduğunu, yargının işlevini 
yaptığı takdirde muhtemelen bu iddialardan bir kısmının doğru olduğunun ortaya 
çıkacağını, bu iddialarla ilgili her organın, her kurumun kendi açısından 
yürütmesi gereken birtakım tahkikatlar olduğunu, MİT’in görev alanının dışında 
yürüttüğü bir çalışmasının olmadığını, MİT’in uyuşturucu konusuna yaklaşabilmesi 
için geçtiğimiz yıldan itibaren bir birim oluşturduğunu, daha çok bu olaylara 
stratejik açıdan yaklaşma eğiliminde olduğunu, MİT’in uyuşturucu konusunda 
yaklaşımının sadece uyuşturucunun Uluslararası terörle, uyuşturucunun organize 
suç denilen kavramlarla işbirliğini ortaya çıkarmak olduğunu, 
 
1988 de yazılmış bir MİT RAPORU olduğunu ve bunun da ilgilisi tarafından 
üstlenildiğini ve Komisyona ifade verdiğini, bunun dışında MİT tarafından ortaya 
atılmış herhangibir rapor olmadığını, Abdullah Çatlı ile ilgili olarak 
arşivlerinde bilgi olabileceğini, talep edilmesi halinde iletebileceklerini 
Sedat Bucak’ın legal bir milletvekili olduğunu ve bu şahısla ilgili bir çalışma 
yapmadıklarını, istihbarat neredeyse orada olduklarını, gerektiğinde herkesi 
istihbarat işlerinde kullanabildiklerini, Susurluk kazasından sonra 
Başbakanlıkça iddialar hakkında MİT’in bir inceleme yapmasının istenildiğini, 
MİT’in de bu incelemeyi yaptığını ve sonuçlarını Sayın Başbakan’a sunduğunu, bu 
incelemede devlet içinde kontrolsüz bazı güçlerin varlığının bu olayla ortaya 
çıktığının ifade edildiğini, gayri kanuni belgelerin temini, pasaport vs. 
şeylerin ortaya çıktığı, yapılan bazı operasyonlarda merkezi kontrolün tam 
olmadığı hususunda vurgulandığını bunların MİT tarafından yapılan ilk 
incelemelerden sonra ortaya çıkan emareler olduğunu, istihbarat konusunda yoğun 
bir şekilde çok başlılıktan bahsedildiğini, burada sınırların iyi çizilmesinin 
lazım geldiğini, geçici köy koruculuğunun yeniden yapılanmasının ihtiyaç olarak 
ortaya çıktığının ifade edildiğini, 
 
Devletin dış itibarı açısından bazı sakıncalı durumlarda yaratıldığına dikkat 
çekildiğini, MİT’in istihbarat çarkına takılmış olduğu kadarıyla kişiler 
hakkında bilgi sunduklarını, 59 kişinin adının geçtiğini, uyuşturucu ticaretinin 
devlet himayesinde yürütüldüğü konusunda bilgisi olmadığını, yürütülen büyük bir 
terör mücadelesi olduğunu, MİT’le, Emniyet ve Jandarma arasında çekişme ve 
kargaşa olmadığını, böyle bir kavga olsa terörle mücadelenin bu şekliyle 
yürütülemiyeceğini, MİT’in, yeraltı dünyası ile güvenlik güçlerinin ilişkisi 
konusunda bir araştırmasının olmadığını, Tarık Ümit’in, MİT’in haber toplayıcı 
elemanı olduğunu, Tarık Ümit olayının Jandarma ve savcılığa yansıdığını, olay 
icraya yansıyınca MİT’in yapacak birşeyi olmadığını, Mesut Yılmaz’a Budapestede 
yapılan saldırı ile ilgili olarak özellikle bir bilgilerinin olmadığını, ancak 
diğer ülkelerdeki bazı yapılanmalar hakkında bilgileri olduğunu, Özdemir 
Sabancının öldürülmesinin DHKP-C’nin bir operasyonu olduğunu ve Sabancı 
ailesinin seçildiğini, bunun daha önceden planlanmış bir operasyon olduğunu, 
Güneydoğu Anadolu raporu konusunda bir siyasî parti genel başkanı ile aralarında 
Sabancının da bulunması nedeniyle operasyonun yanlış izlenim vermemesi amacıyla 
ertelenmiş olduğunu, türkiyed telefon hat sayısının 15 milyonu bulduğunu, 
hepsinin dinlenebilmesi için 15 milyon ek hat kurulması gerektiğini, bütün 
telefonların dinlenmesinin gerçek dışı olduğunu, MİT’in bu konuda töhmet altında 
bırakıldığını, 
 
Ömer Lütfü Topal cinayetiyle ilgili MİT’in bir çalışması olmadığını, 
 
Tarık Ümit’in MİT kadrolarında yer alan birisi olmadığını, Tarık Ümit’in sadece 
dışarıdan haber getiren birisi olduğunu, buna haber toplayıcısı dediklerini, MİT 
olarak PKK’ya finansman temini noktasında veya değişik tarzdaki lojistik 
destekler noktasında çalışma yapılması konusunda bilgi vermesinin güç olduğunu, 
olayın tahmin edilenden daha kapsamlı bir olay olduğunu, hem Türkiye’de hem 
Avrupa’da zorla para toplama olayının varolduğunu, bir bütün olarak yürütülen 
terörle mücadelede geçici köy korucularının fevkalade olumlu bir işlev 
gördüğünü, birtakım ortadan kaldırılan insanlar PKK’ya yardım ettikleri amacıyla 
kaldırıldıysa bunu komisyon üyelerinin de kendisinin de basından öğrendiğini, 
bunun dışında söyleyecek bir şeyi olmadığını, 
 
MİT’te yeraltı dünyası diye bir bilgi havuzu olmadığını, isim sorulduğu takdirde 
bilgi verebileceklerini, 
 
Türkiye gibi bir ülkede istihbarat yapmanın fevkalade zor olduğunu, şartların 
zor, iç dinamiklerinin çok hareketli, bir sürü iç problemleri, dış problemleri 
olduğunu, böyle bir ülkede istihbaratın hiçbir zaman yeterli olamayacağını, 
hiçbir ülkede hiçbir yöneticinin istihbaratın yeterli olduğunu 
söyliyemiyeceğini, MİT olarak hem insan kalitesi hem de teknik imkânın 
artırılması konusunda olumlu adımlar attıklarını, 
 
Bu alanda güçlendikleri ölçüde istihbaratın kalitesinin de artacağını, MİT’in 
ajanlarıyla olan ilişkisini ajanların haber getirme niteliği ortadan kalktığı 
zaman kestiğini, Haluk Kırcı ile MİT’in bir ilişkisinin olmadığını, 
 
Abdi İpekçi, Uğur Mumcu gibi suikastlerle ilgili dosyaların kapanmamış olduğunu, 
üzerinde çalışıldığını, 
 
Kontrespionaj konusunda MİT’in sorgulama yetkisinin bulunduğunu, Özdemir Sabancı 
cinayeti sanığı Mustafa Duyar’ın da kontrespionaj kapsamında sorgulandığını, 
 
MİT olarak, Abdullah Çatlı’yı kullanmadıklarını, Gonca Us, Hüseyin Kocadağ, 
Abdullah Çatlı ve Sedat Bucak ile ilgili bir çalışma yapmadıklarını, 
başbakanlıkta özel istihbarat bürosu olmadığını, 
 
Uğur Mumcu suikastinde kullanılan patlayıcı konusu üzerinde MİT olarak 
hassasiyetle durduklarını, bunun üzerinde çalışıldığını,” belirtmiştir. (Ek:207) 
 
35- Alaaddin YÜKSEL Emniyet Genel Müdürü 9.01.1997 tarihli ifadesinde; “ 14 Nisan 1996 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü görevine 
başladığını, Susurlukta meydana gelen kazanın Jandarma Genel Komutanlığının 
taşra teşkilatının sorumluluk alanı içerisinde meydana geldiğini, kaza 
mahallinde yapılması gereken her türlü işlemlerin Jandarma Genel Komutanlığının 
taşra teşkilatı tarafından yapıldığını, araçta bulunan meslektaşlarının ne 
amaçla orada bulunduğunun kendilerini ilgilendirdiğini, bunun aydınlatılması 
için derhal Müfettiş görevlendirildiğini, Susurluk Cumhuriyet Savcılığı’nca 
kazadan hemen sonra Emniyet Genel Müdürlüğüne çekilen faksta olay mahallinde 7 
silahın bulunduğu; genel nitelikleri itibarıyle kimler adına kayıtlı olduğunun 
bildirilmesinin istenildiğini, buna ilave olarak birtakım belgelerin Emniyet 
Genel Müdürlüğü tarafından verilip verilmediğinin sorulduğunu, 
 
Hüseyin Kocadağ ile ilgili yaptırılan inceleme sonucunda; Hüseyin Kocadağ’ın 
İstanbul’da bir polis okulu müdürü olduğunu, Hüseyin Kocadağ’ın görev yerinden 
izinsiz olarak ayrıldığı, Havayolu ile İzmir’e gittiği, Hüseyin Kocadağ’ı 
İzmirde otelde kaldıkları, Ege’de bazı geziler yaptıkları, dönüşte de malum 
kazanın meydana geldiğinin anlaşıldığını, 
 
Kazada bulunan 7 silahtan; 3 silahın bir tanesinin Hüseyin Kocadağ’ın zati 
silahı olduğu, bir tanesinin Sedat Bucak tarafından Makina Kimya Endüstrisi 
Kurumundan satın alınmış ruhsatlı silah olduğu, yine bir tanesinin Abdullah 
Çatlı tarafından devir suretiyle alınan silah olduğu ve İstanbul Valiliği 
tarafından yapılan soruşturmalara dayalı olarak silah ruhsatı almış olduğunu 
geriye kalan 4 silahın İl Emniyet Müdürlüklerinde kaydının çıkmadığını, Interpol 
aracılığıyla silahların üretildiği fabrikalara sorduklarını, 
 
Özellikle İtalyan Baretta fabrikasına sorulduğunda, bunların İsrail’e satılmış 
olduğunu ve nihayet bu silahların Türkiye’ye satılabileceğinden bahsedildiğini, 
 
Sadece Baretta Silahın İsrail’e satıldığının ifade edildiği, diğerlerinin ise 
kayıtlarının bulunamadığını, Emniyet Genel Müdürlüğünün tüm depo kayıtlarının 
incelendiğini ve bu silahların kayıtlarına rastlanılmadığını, 
 
Abdullah Çatlı’nın Türkiye’ye 10 değişik pasaport ve isimle giriş-çıkış 
yaptığının tesbit edildiğini, özellikle 1994 den günümüze kadar 122 kez 
yurtdışına çıktığının belirlendiğini, Şahin Ekli adına bir tek Yeşil Pasaport 
çıktığı, sadece hususi pasaportu Emniyet Genel Müdürlüğünden almış olduğu, bu 
pasaportuna dayanarak teşkil eden belgelerde Maliye Bakanlığında 1.sınıf 
müfettiş ünvanı belirtilerek pasaport alındığının belirlendiği, diğer 
pasaportların Londra Büyükelçiliğinden alınmış olduğu, 
 
Emniyet Genel Müdürlüğünden 1. sınıf Maliye Müfettişi ünvanıyla almış olduğu 
pasaporta ait belgelerde Maliye Bakanlığında görevli Daire Başkanı Çetin 
Karcı’nın imzasının taklit edilerek atılmış olduğunu pasaporta dayanarak teşkil 
eden evrakların sahte olduğunu, 
 
Emniyet Genel Müdürlüğünde bütün Bakanlıkların yeşil pasaport talebine ilişkin 
belgeleri imzalamaya yetkili kişilerin imza sirkülerlerinin bulunduğunu, çok 
dikkatli bakıldığında belki bu sahte belgelerin tesbit edilmesinin mümkün 
olabileceğini, 
 
Abdullah Çatlı’nın gerek Interpol ve gerekse Emniyet kayıtlarına bakıldığında 
yurtdışında çok değişik isimler kullandığını, 1980’li yıllardan sonra Fransa’da 
uyuşturucudan yakalandığını, Fransa’da 5 yıl hapse mahkum olduğunu, 5-5,5 yıl 
cezaevinde yattığını, İsviçre’ye iade edildiği ve İsviçre cezaevinden kaçtığını, 
Ali Kurdoğlu, Ahmet Kurdoğlu gibi değişik isimler kullandığını, 
 
DGM Savcılığından, Emniyet Genel Müdürlüğünde silah uzmanı kadrosunun bulunup 
bulunmadığının ve bu tür belge verilip verilmediğinin sorulduğunu, Emniyet 
kadrolarında silah uzmanı adıyla bir kadronun bulunmadığını, kayıtlarında da 
böyle bir belge tanzim edildiğine dair hiçbir kayda rastlanılmadığını, Silah 
ruhsatlarında yasaya göre bir standart olduğunu, görev ve ünvanı kim olursa 
olsun herkesin aynı silah ruhsatını taşıyacağını, bunun dışında bir ruhsat 
örneği olmadığını, 
 
1996 yılı başında Sedat Bucak için korunma kararı alındığını, ancak Sedat 
Bucak’ın koruma istemediğini, bu nedenle kararın dosyasında muhafaza edildiğini, 
Söylemez Çetesinin yakalanmasından sonra özellikle Söylemezlerin Milletvekilleri 
Sedat Bucak ve Necmettin Dede’yi ortadan kaldırmak istedikleri ve bu amaçla 
planlar hazırladıklarının anlaşılmasından sonra Sedat Bucak’ın İçişleri 
Bakanlığına ve Meclis Başkanlığına yazılı müracaatının olduğunu ve bu 
müracaatından da korumasına istediği polis memurlarının isim listesini 
belirttiği, bunun üzerine derhal koruma kararı alınması zaruretinin ortaya 
çıktığını ve koruma olarak istediği polis memurlarının Ankara Valiliği emrine 
atandığını ve Valilik onayı ile Sedat Bucak’a korumaların verildiğini, 
 
Koruma altında tutulan 1028 kişi olduğunu ve genellikle korumaların ismen 
korunan kişilerce talep edildiğini, 
 
Özel harekatta görevli polislerin zaruret halinde diğer işlerde de 
görevlendirilebildiklerini ,Sayın Başbakan ve Başbakan Yardımcısının emrinde 20 
civarında özel harekat görevlisinin çalıştığını, 
 
Emniyet Genel Müdürlüğünün adli görevlere münbahis bir görevi bulunmadığını, 
Emniyet Genel Müdürlüğünün belli olaylarda, kişileri alalım, sorgulayalım gibi 
görevi bulunmadığını, Ömer Lütfü Topal Cinayeti ile ilgili olarak İstanbul 
Emniyet Müdürlüğünden derhal bir yazıyla bilgi istediklerini, alınan cevapta, 
İstanbul Emniyet Müdürlüğü santralına bir ihbarın geldiği, bu ihbar üzerine 3 
polisin ve 2 sivil vatandaşın İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından alındığı, 
konunun incelendiği ve olayla hiçbir irtibatının olmadığı anlaşıldığından 
herhangibir işlem yapılmamıştır şeklinde ifade edildiğini, 
 
Özel Harekat Daire Başkan Vekili İbrahim Şahin’in İstanbul Çamlıca 
turnikelerinde özel harekatçı 3 polis memurunu teslim aldığını, İçişleri 
Bakanı’nın emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’a talimat verdiğini, Halil 
Tuğ’un da bu talimatı sadece İbrahim Şahin’e ilettiği ve Emniyet Genel Müdürü 
olarak kendisine bilgi vermediğini, bu nedenle ilgililer hakkında tahkikat 
başlattığını, Emniyet Genel Müdürlüğü olarak başka bir yerden adam alma 
yetkilerinin olmadığını, ancak illerin talebi halinde silah uzmanı, sorgulama 
uzmanı gibi yardım yapabileceklerini, Kamusal gücü kötüye kullanan hiç kimsenin 
bu teşkilatta barınmaması gerektiğini, 
 
3201 ve 2559 sayılı yasalarda polise istihbarat yapma imkânı veren hükümler 
olduğunu, 
 
Bu amaçla bütün İl Emniyet Müdürlükleri bünyesinde istihbarat birimleri olduğunu 
ve Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde de İstihbarat Daire Başkanlığı 
bulunduğunu, bu birimin doğrudan Emniyet Genel Müdürüne bağlı olduğunu, 1980’li 
yıllardan sonra emniyet Genel Müdürlüğünün özellikle terör, uyuşturucu ve 
organize suçlarla ilgili olarak istihbarat çalışmaları yaptığını, 
 
Türkiye’de istihbaratın patronunun MİT olduğunu ve Emniyet Genel Müdürlüğünce 
yapılan istihbaratın sadece asayiş istihbaratı olduğunu, PKK’ya yönelik yapılan 
nokta operasyonların MİT tarafından verilen bilgilere dayalı olduğunu ve MİT ile 
aralarında bir uyumsuzluk olmadığını, ne MİT ile ne de başkasıyla bir 
çatışmaları olmadığını, 3200 civarında istihbarat elemanları olduğunu, bunun 
kendi personelleri olduğu ve bu nedenle polisin dışarıdan adam kullanmalarına 
gerek bulunmadığını, Yüksekova, Ankara, İçel, gibi yerlerde polislerin de 
aralarında yer aldığı organize suç örgütlerinin ortaya çıkarıldığını, bunun 
içinde uyuşturucu grubunun çıktığını, hatta Söylemet Çetesinde 5’e yakın emniyet 
mensubunun olduğunu, 
 
50 ilde Özel Harekat biriminin bulunduğunu, toplam görevli sayısının 6700 
civarında olduğunu, batı illerimizde görev alan özel harekat elemanlarından 
bazılarında psikolojik problemler çıktığını, ciddi problemleri yaşandığını, bu 
elemanların rehabilite edilmelerinin şart olduğunu bu amaçla Balıkesirde bir 
rehabilitasyon merkezi açmak için çalışmalarının olduğunu, 
 
Abdullah Çatlı ile ilgili olarak İstanbul DGM Başsavcılığının bir çalışma 
yaptığını, 
 
Mesut Yılmaz’a Budapeşte’de yapılan saldırı ile ilgili olarak, Dış İlişkiler 
Daire Başkanı ile Dışişleri Bakanlığından konu ile alakalı bir büyükelçinin 
Macaristan’a gittiklerini ve Macar polisi ile bir çalışma yaptıklarını, olayda 3 
kişinin olduğunun ifade edildiğini, macar polisinin 3 kişi hakkında tutuklama 
kararı verdiğini ancak bu kişilerin Macaristanı terk ettiklerini Macar 
polisince, ifade edilmiş olduğunu, bu kişilerle ilgili Interpol kanalıyla 
kırmızı bülten çıkardıklarını ve takibin devam ettiğini, 
 
Susurluk kazasından sonra Emniyet Teşkilatı olarak çok zor günler 
geçirdiklerini, kim yasalara aykırı bir şey yapmışsa elbette bunun sonuçlarına 
da katlanması gerektiğini, Söylemezler çetesi dahil hiçbir çete soruşturmasında 
yarım bırakılan bir husus olmadığını ve herşeyin gayet iyi gittiğini, 
 
Devlet içerisinde suç işleyen insanlar, münferit olarak her zaman çıktığını, 
bunun örneklerinin dünyanın her yerinde görüldüğünü, devlet içinde bir çete 
örgütlenmesinin sözkonusu olmadığını, Türkiyede mafya tarifi içerisinde bir 
mafya olmadığını, Türkiye’de organize suç şebekeleri olduğunu, mafyanın 
tarifinde en önemli konunun ülkenin bir bölümünde tüm ekonomik ve sosyal 
faaliyetlerin o grubun elinde tutmasının geldiğini, orada kamu ve özel birtakım 
şeylerden rant alma, gibi Türkiyede böyle bir şeyin olmadığını, birtakım 
organizasyonlar, suç grupları içerisinde, devletin içinde yeralmış münferit 
kişilerin zaman zaman olabildiğini, bunu devletin mafya ile ilintisi olarak 
nitelemenin mümkün olmadığını, organize suçlar içerisinde suç işleme itiyadında 
olan, potansiyel nitelikli kamu görevlileri olabileceğini, Emniyet teşkilatının 
da acele olarak yeniden yapılandırılması gerektiğini, polis okullarını 2 yıllık 
polis meslek yüksek okulları haline getirmeyi düşündüklerini, 
 
Abdullah Çatlı’nın Emniyet Teşkilatınca kullanıldığı yolunda bir tesbitinin 
olmadığını, Emniyet Genel Müdürlüğünde kendi kadrosu dışında insanların 
çalıştırıldığına dair de herhangibir bilgi ve belge bulunmadığını, Susurluk 
kazasında bulunan silahların balistik incelemelerinin Jandarmada ve sonra da 
Jandarma tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü laboratuvarlarında yaptırıldığını ve 
silahların hepsinin temiz çıktığını, 
 
1996’nın ilk ayında Haluk Kırcı’nın İstanbul polisi tarafından hakkında 
Bahçelievler katliamı ve İstanbul Büyükçekmece Mahkemeleri tarafından verilmiş 
gıyabi tutuklama kararı nedeniyle yakalandığını ve İstanbul Emniyetinden 
kaçtığını, İstanbul Emniyet Müdürlüğünün bir soruşturma açtığını, bu 
soruşturmayı bir başkomiserin yaptığını, soruşturma sonucunun yargıya intikal 
ettiğini ve bir polis memurunun tutuklandığını ve diğerinin serbest 
bırakıldığını, bundan sonra polis memurunun da beraat ettiğini, sonradan 
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının konu ile ilgili tekrar soruşturma açtığını, 
 
Emniyet Müdürü Statüsünde bir özel harekatçı olmadığı için İbrahim Şahin’in Özel 
Harekat Daire Başkanlığına vekaleten baktığını” belirtmiştir. (Ek:208) 
 
36- Hande BİRİNCİ 7.01.1997 tarihli ifadesinde; “Tarık Ümit’in kızı 
olduğunu, babasının en son 2 Mart 1995 de Yaman Hakkı ile görüştüğünü, Yaman 
Hakkı’nın Kıbrıs Bankasındaki Müdür olduğunu ve babası ile bu bankaya ortak 
olduklarını, bankanın başka ortakları olup olmadığını bilmediğini, Babası Tarık 
Ümit’in 3 Mart 1995’te İstanbul Erenköy Divan Pastanesine gitmiş olduğunu, 
babasının bu pastaneye gittiğini orada çalışan garsonlardan öğrendiğini, 
babasının burada Ziya ve Ayhan isimli iki polis memuru ile buluştuğunu, bunu da 
Jandarmada Jitem’ci Assubay Ahmet Alatıntaş’tan öğrendiğini, bu iki polis 
memurunun İbrahim Ağabey seni evde bekliyor oraya gideceğiz dediklerini 
öğrendiğini, İbrahim’in İbrahim Şahin olup olmadığını bilemediğini, 4 Mart 1995 
günü saat 13.30 sıralarında babasının otomobilinin Silivride bulunduğu yere 
gittiğini, Jandarmanın araştırmaya başladığını ve aracın plakasının sahte olması 
üzerine Jandarmada bir süre alıkonulduklarını, daha sonra Kadıköy Cumhuriyet 
Savcılığına giderek babasının hayatından endişe duyduğu için müracaatta 
bulunduğunu, babasının serbest ticaretle meşgul olduğunu, Kıbrıstaki bir 
bankanın ortağı olduğunu, son zamanlarda tek uğraştığı işin bu olduğunu, 
Almanyada yaşıyan bir ablasının bulunduğunu, babası Tarık Ümit’in kaybolmasından 
hemen sonra Mehmet Eymür’ün kendisini telefonla aradığını ve iki arkadaşını da 
İstanbul’a gönderdiğini, babasının kaybolmasında Korkut Eken’in rolü 
bulunduğunu, ifadeye gittiğine bunu belirtmesini söylediğini, Mehmet Eymür’ün 
de, Korkut Eken’in de babasının arkadaşı olduklarını, Jandarma JİTEM’den assubay 
Ahmet Altıntaş’ın Tarık Ümit ile ilgili bir çalışma yaptığını ve Avşar kederoğlu 
ismini sorduğunu, böyle bir şahsı o ana kadar hiç duymadığını, kendi duyumlarına 
göre babasının iki polis memuru ve ibrahim Şahin tarafından Abdullah Çatlı’ya 
teslim edildiği ve bir daha Tarık Ümit’in piyasaya çıkmadığını; Korkut Eken ile 
İstanbul Feneryolunda 10 dakika kadar görüştüğünü ve bu görüşmede Eken’in 
kendisine babasının yurtdışında bir görev yollandığını, söylediğini, 
 
Mehmet Eymür’ün yolladığı kişilerin kendisine babasının Korkut Eken’in isteği 
üzerine özel harekatçılarca kaçırıldığını ve sorgulandığını söylediklerini, bu 
konu ile ilgili olarak Mehmet Ağar’ın da isminin geçtiğini, Eymür’ün kendisinin 
de babasının kaçırılmasında Korkut Eken ve Mehmet Ağar’ın ilgisinin olduğunu ve 
bu isimleri Cumhuriyet Savcılığına vermesini söylediğini, ancak bu isimleri 
Savcılığa vermediğini, Tarık Ümit’in son aylarda ortalığın epeyce karışık 
olduğunu, zamanı gelince bazı şeyleri anlatacağını ancak henüz vakti gelmediğini 
kendisine söylediğini, arada laf çıkartan insanlar var dediğini babasından 
işittiğini, Tarık Ümit’in Cihangirde yazıhanesinin Korkut Eken tarafından 
telefonla arandığını ve Korkut Eken’in telefona cevap veren çocuğa, o bizi sattı 
biz de onu satacağız deyip telefonu kapattığını, bunu yazıhanedeki çocuktan 
işittiğini, bu telefon olayının babasının kaybolmasından önce olduğunu, korkut 
Eken ve Mehmet Ağar’ın mal vaarlıklarının araştırılması gerektiğini, 
 
Babasının kaybolmasının Silivri Jandarmasınca yapılan bir soruşturma ile 
kaldığını, Abdullah Çatlıyı Mehmet Özbay ismiyle tanımadığını, Mehmet Ağar’ı da 
şahsen tanımadığını, Emniyetten Hiram Abas, Mehmet Eymür ve Korkut Eken’i 
tanıdığını, Assubay Ahmet Altıntaş’ı, Jitem mensubu olarak tanıdığını ve ilk 
defa babasının kaybolması olayında tanıştığını, Kıbrıs Bankasındaki ortak Yaman 
Hakkının kendisine babası Tarık Ümit’in bankada hissesi olmadığını söylediğini 
ancak elinde hisse dağılımı olan evrak bulunduğunu ve babasının bankaya ortak 
olduğunu ve kaybolmadan evvel en son gündüz Tarık Ümit’in Divam Pastanesinde 
Hakkı beyle görüşmüş olduğunu, Babası Tarık Ümit’in son zamanlarda emniyet 
tarafına ters düşmüş olabileceği şeklinde kuşkularının olduğunu, 
 
İbrahim Şahin ile şahsen hiçbir tanışıklığı olmadığını bildiği kadarıyla babası 
Tarık Ümit’in uyuşturucu ticaretiyle bir alakasının bulunmadığını, dündar Kılıç 
isminden babasının hiç bir zaman bahsetmediğini, Alaattin Çakıcı, Tevfik 
Ağansoy, Behçet Cantürk, Ömer Lütfü Topal, Sami Hoştan ile Tarık Ümit arasında 
direkt ya da endirekt ilişkiler konusunda herhangi bir duyumunun olmadığını 
zaten kendisinin son 2 yıldır İstanbul’da oturmadığını, Yaşar Öz’ün Düzceden 
babası Tarık Ümit’in çocukluk arkadaşı olduğunu, Yaşar Öz ile Tarık Ümit’in bir 
iş ilişkisinin olmadığını, Tarık Ümit’i uyuşturucuya karşı bir insan olarak 
bildiğini, Yaşar Öz’ün uyuşturucu ticareti ile ilgisinin olup olmadığını 
bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:209) 
 
37- İbrahim Şahin Özel Harekat Dairesi Eski Başkan Vekili 7.01.1997 tarihli 
ifadesinde; “1956 Tokat doğumlu olduğunu ve 1982’nin sonunda Özel 
Harekatın Kurucularından birisi olduğunu, Tarık Ümit ile İstanbul Emniyet 
Müdürlüğünde çalışırken tanıştığını, Tarık Ümit ile dost olduklarını; Tarık 
Ümit’in kendisinin iki kez ziyaretine geldiğini, Tarık Ümit’in kaybolduğu 1995 
yılı 2 Mart’ında kendisinin polis Memuru Ayhan Akça ve Mehmet Ağar ile birlikte 
Diyarbakır’da olduklarını, 
 
Tarık Ümit’in öldürülüp öldürülmediğini bilmediğini, ancak Tarık Ümit’in 
uyuşturucu kaçakçılarını polise ve devlete yakalattığını, bunun için ajanlık 
yaptığını, Tarık Ümit ile 1991-1992 yıllarında tanıştığını ve o günden beri 
devamli ölüm korkuşu içinde olduğunu, bu durumu Tarık Ümit’in kendisinden 
duyduğunu, bir de Tarık Ümit’in Kıbrısta banka açtığını kendisine söylediğini, 
Tarık Ümit’in bu bankaya ortak olduğunun söylendiğini, 
 
Topal Cinayeti ile ilgili olarak polis memurları Ayhan Akça, Oğuz Yorulmaz ve 
Ercan Ersoy’un evvelce Özel Harekat daire Başkanlığı emrinde çalıştıklarını 1995 
yılı Nisan ayında ayrıldıklarını, Ercan Ersoy’un İzmir’e, Ayhan Çarkın ile Oğuz 
Yorulmaz’ın da istanbul’a tayin olduklarını, şu anda Ercan Ersoy’un özel 
harekatçı olmadığını, diğer ikisinin Özel Harekatçı olduğunu, Oğuz Yorulmaz’ın 
1996 yılı Ocak Şubat aylarında Ankara’dan ayrıldığını, bu polis memurları, 
ayrıldıktan sonra hiçbir şekilde görüşmesinin olmadığını, hele Ercan Ersoy’la 
hiç olmadığını, zaten Ercan Ersoy’un özel harekattan çıkarıldığını, 28 Ağustos 
1996 da Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’un kendisini çağırdığını ve 
İstanbul’da alınan bu memurları alıp getirmesini kendisine köylediğini, İçişleri 
Bakanı Mehmet Ağar’ın da kendisini telefonla aradığını ve bu talimatı verdiğini, 
istanbul Çamlıca turnikelerinde memurları teslim aldıklarını ve Ankara’ya 
döndüklerini, 
 
Döndükten sonra Halil Tuğ ve İçişleri Bakanına bilgi verdiklerini, getirilen 
şahısların ifadelerini aldıktan sonra serbest bıraktıklarını, İstanbuldan 
tutanakla teslim aldıklarını, tutanakta şahısların bir ihbar neticesi 
alındıklarını ve herhangibir illiyet bağına rastlanmadığı ve olayla ilgileri 
olmadığından bahsedilerek teslim edildiğinin belirtildiği, Ankara’da bu 
şahısların yazılı ifadelerinin ve gösterdikleri şahitlerin de ifadelerinin 
alınarak salıverildiklerini, 
 
Bu polis memurları ile birlikte iki sivil Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir’in de 
teslim alındığını ve ifadelerinin alınmasından sonra bunların da serbest 
bırakıldıklarını, 
 
Mehmet Ali Yaprak ile bir ilişkisinin bulunmadığını ve bu şahsı tanımadığını, 
Tarık Ümit’in kızı Handeyi de tanımadığını ve hiç görüşmediğini, Tarık Ümit 
olayının souşturmasını yapan Jandarma Assubayı ile telefonla görüştüğünü ve özel 
harekatçı Ayhan Akça’nın alınmasının yanlış olduğunu ve bıkarılmasını 
söylediğini, Resmi olarak istenildiği takdirde Ayhan Akçay’ı verebileceklerini 
de söylediğini, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Mehmet Eymür’ün kendisine 
telefon ettiğini ve Tarık Ümit’in kendilerince alındığını söylediğini, 
kendisinin de mümkün olmadığını, almaları için sebep olmadığını söylediğini, 
Abdullah Çatlı’yı tanımadığını, Özel harekatta görevli polis memurları nereye 
tayin olurlarsa olsunlar mutlaka Özel Harekat daire Başkanlığının görüşünün 
alınması gerektiğini, Sedat Bucak’a koruma olarak verilen memurlarla ilgili 
olarak kendilerinden bir görüş sorulmadığını, normalde sorulması gerektiğini, 
Ayhan Akça’nın evvelce kendisine korumalık yaptığını, Ayhan Akça ile kurye Dilek 
Örnek ilişkisini Ayhan Akça’nın açığa alınmasından sonra öğrendiğini, 1988 den 
beri Ayhan Akça ile birlikte çalıştıklarını ve hem kendisinin hem de Ayhan 
Akçanın Tokat’lı olduğunu ve hemşehri olduklarını ve güvendiği bir elemanı 
olduğunu, 
 
Doğuda, zaman zaman operasyonlar, bölgedeki MİT sorumlusu personel ile bilgi 
alışverişi yaptıklarını, operasyon öncesi MİT yetkililerinden bilgi aldıklarını, 
 
Operasyona katılan özel tim’in en az 20 kişiden oluştuğunu, ve iki timle 
operasyona gidildiğini, 
 
Özel tim’in kırsal alana tek başına gitme yetkisinin bulunmadığını, mutlak 
surette yanlarında askeri birlik olması gerektiğini, Narkotikle özel harekatın 
bir bağlantısı olmadığını, kendisinin 25 yıllık polis olarak sadece esrarı 
tanıdığını, diğerlerini bilmediğini, narkotik şubelerin kırsal alanda operasyon 
tecrübelerinin bulunmaması nedeniyle kendilerinden yardım istediklerini ve 
kırsal alanda pusu atma işlerini yaparak Narkotike yardımcı olduklarını, 
 
Uyuşturucu sevkiyatı ile PKK’nın bağlantısının olduğunu, nihai olarak 
kendilerinin operasyon mensubu olduklarını, 
 
1993 yılından beri Özel Harekat daire Başkanlığı görevini vekaleten yürüttüğünü, 
Özel Harekatta 7 bin civarında personel olduğunu, özel harekatın lekelenmemesi 
için elden gelen gayretin gösterildiğini ve uygunsuz hali görülenlerin hemen 
özel harekattan çıkarıldığını, özel harekatın yıpratılması için memurlarının 
MHP’lilerden seçildiği yolunda söylentiler yayıldığını ve bunun gerçekle bir 
ilgisi olmadığını, PKK ile mücadelede özel harekatın başarılı olduğunu ve bu 
nedenle PKK örgütünce kendilerine saldırıldığını, 
 
Bu güne kadar 6700 kişilik özel harekat kadrosundan, işledikleri suçlar 
nedeniyle sadece 28 kişinin meslekten ihraç edildiğini, özel harekatın 
kuruluşunun Genel Kurmay’ın Özel Harp Dairesine dayandığını, ilk kurulduğunda 
Özel Harp Dairesinin kendilerine kurslar verdiğini, PKK ile yürütülen 
mücadelenin bir gerilla savaşı olduğunu, Askerlerin operasyonlara giderken 
yanlarında polis timi istediklerini, 
 
özel timci polisleri Ankara’ya getirdiği için açığa alındığını, Sedat Bucak’ın 
kaza geçirmesi üzerine İstanbul’u telefonla aradığını ve Sedat Bucak’ın durumunu 
sorduğunu, Sedat Bucak’ı tanıdığını ayrıca Güneydoğuda bütün aşiret reisleriyle 
yakın ilişkilerinin bulunduğunu bu insanların özel harekata yardımcı olduklarını 
Sedat Bucak’ı sağlığını merak ettiği için aradığını, İstanbul Emniyet 
Müdürlüğünü de aradığını ancak Balıkesir’i aramadığını, Behcet Cantürk öldüğü 
zaman sevindiklerini, Behcet Cantürk’ün Özgür Gündem Gazetesinin % 30 hissedarı 
olduğunu, PKK’ya en büyük mali ve lojistik desteği sağladığının söylendiğini, bu 
operasyonu kimin yaptığını bilmediğini, Savaş Buldan’ın da PKK’ya destek verdiği 
kanaatinde olduğunu, Buldan’ların doğuda aşiret olarak bu örgüte yardım 
ettiklerini, Ömer Lütfü Topal hakkında böyle bir duyumu olmadığını, Ömer Lütfi 
Topal’ın öldürülmesinde para ve menfaat ilişkilerinin bulunabileceği kanaatinde 
olduğunu, Ömer Lütfü Topal Cinayeti ile Özel Harekatın karalanmaya 
çalışıldığını, Uzi silahının özel harekatta kullanıldığını, profosyonelce 
işlenmiş olan bu cinayette uzi silahı bırakılarak adeta bir mesaj verilmek 
istenildiğini, bu uzi silahın özel harekattaki silahlardan olmadığını zaten 
numarasının da silinmiş olduğunu, 
 
Abdullah Çatlıyı tanımadığını, 1995 yılında Çatlı ile oturup konuştuklarını 
ancak Çatlı olarak değil Mehmet Özbay olarak tanıdığını, hatta soyadını bile 
bilmediğini, kazadan sonra öğrendiğini, Ankara’da Sedat Bucak’ın yazıhanesinde 
gördüğünü ve işadamı ve tekstilci olduğunu kendisine söylediğini, bir-iki defa 
da İstanbul’da görüştüklerini, 
 
Emniyette silah uzmanı sertifikası verilmesi gibi bir uygulama aolmadığını, 
 
Korkut Eken’in Balıkesir ve Menteş kurslarında özel harekata öğretmenlik 
yaptığını, bunun dışında özel harekatla hiçbir şekilde ilişkisinin 
bulunmadığını, 
 
Hüseyin Kocadağ ile ilk Özel Harekat şubesinde beraber çalıştıklarını, bir 
kadınla ilişkisi olduğu gerekçesiyle meslekten ihraç edildiğini ve Danıştay 
Kararıyla tekrar mesleğe döndüğünü ve Hakkâri Özel Harekat Şube Müdürü olarak 
tekrar başladığını, 
 
Ömer Lütfü Topal cinayeti ile ilgili İstanbulda polisce alınan 3 özel timciyi 
almak üzere İstanbul’a gidişinde Emniyet Genel Müdürü Alaaddin Yüksel’in 
Ankara’da olmadığını ve görevi Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’dan 
aldığını, 
 
Özel harekatın, istihbarat için adam kullanmadığını, özel harekatta da böyle bir 
istihbarat birimi olmadığını, 
 
Bucak aşiretinin tamamının gönüllü köy korucusu olduklarını ve para 
almadıklarını, devletten para alan Bucak aşireti ile ilgili korucu sayısının 
50’yi geçmediğini, operasyon bölgelerinde arazi şartlarını iyi bilen 3-5 
koruyucu da beraberlerine alabildiklerini, bunların sadece yol gösterici 
olduklarını, 
 
Tarık Ümit’in kaçırılması olayı ile ilgili olarak, Mehmet Eymür’ün kendisini 
telefonla aramadığını, kendisinin Yenimahalleye giderek Mehmet eymür ile yemek 
yiyip görüştüğünü, Mehmet Ağar’ın bu konuda kendisine bir şey söylemediğini, 
Mehmet Eymür ile Tarık Ümit’in kaçırılması olayını da konuştuklarını, Mehmet 
eymür’ün kendisine Tarık Ümit’i Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlunun götürdüğünü 
ve Abdullah Çatlı’ın elinde olduğunu söylediğini, kendisinin de Ayhan Akçanın 
Diyarbakır da o gece yanında olduğunu ve Genel Müdür ile birlikte Diyarbakırda 
bulunduklarını, Diyarbakırda olan bir insanın İstanbul’da Divan Pastanesinden 
Tarık Ümit’i kaçırmanın mantık dışı olduğuu söylediğini, 
 
Mehmet Eymür ile yaptığı görüşmede Mehmet Eymür’ün “Tarık Ümit’i Abdullah Çatlı 
bıraksın, ya da bıraktırın, ben teminat veriyorum, bir daha Tarık Ümit Abdullah 
Çatlı’nın işlerine karışmayacak yahut o alana girmeyecek” dediğini, kendisinin 
de Tarık Ümit’in nerede olduğunu bilmediğini söylediğini, 
 
Özel Harekat Daire Başkanlığının herhangibir kişiyi alıp soruşturma hakkının 
bulunmadığını, 
 
Özel Çiller ile bir münasebetinin bulunmadığını, ömrü hayatında Özer Çiller’i 
görmediğini,”belirtmiştir. (Ek:210) 
 
38- Bilgi ÜNAL İstanbul Eski Emniyet Müdür Yardımcısı 7.01.1997 tarihli 
ifadesinde: ”1952 Balıkesir Manyas doğumlu olduğunu, Ömer Lütfü Topal, 
cinayetinde olay yerinde 2 tane kaleşnikof tüfek bırakılmış olduğunu ve bu 
tüfeklere ait boş kovanlar ile İstinye tarafından çalıntı olduğu anlaşılan bir 
arabada ameliyat eldivenleri bulunduğunu, teknik büronun yaptığı çalışma sonucu 
tüfeklerin bir tanesinin Şarjörü üzerinde “Taramaya müsait değil, ancak mukayese 
müsait yarım bir parmak izi bulunduğu” şeklinde tesbit yapıldığı, bu olayı 
Bodrum Torba’da Regata Oteli ortaklarının öldürülmesi olayının bir misillemesi 
olarak değerlendirildiğini, Ömer Lütfü Topal’ın Regata Oteline ortak olduğunu, 
bu otelin ortaklarından birisinin Ömer Lütfü Topal tarafından öldürüldüğü 
şeklinde kamuoyunda konuşmalar olduğunu, hatta konu ile ilgili olarak Muğladan 
bir ekibin gelerek İstanbulda 15 gün çalıştıklarını, Cinayet bürosuna gelen bir 
ihbarda özel harekatçı memurların isimlerinin verildiğini ve bunun 
değerlendirilmesi lazım geldiği yolunda oluşturulan ekipte bir kanaat 
uyandığını, bu durumu İl Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğluna da aktardığını, ve 
olumlu görüşünü aldıklarını, bunun üzerine bir memurun İstanbuldan birisinin de 
İzmir’den alındığını, üçüncüsü olan Ayhan’ın da arkadaşlarını sormak için Şubeye 
geldiğinde alındığını, 
 
Ömer Lütfü Topal Cinayetini araştırmakla görevli bir grup oluşturduklarını, 
Asayiş Şubesi Müdür Yardımcısı, Cinayet Büro Amiri ve Cinayet Büro Amir 
Yardımcısından bu grubun oluştuğunu, 
 
Grubun yaptığı çalışmada alınan özel harekatçı memurlardan kesinlikle bu olaya 
yanaşmadıklarını, bu cinayetle ilgilerinin olmadığını,olay gecesi bir memurun 
İstanbulda C bölgesi diye bilinen Kadıköy Bölgesinde görevli olduğu, bir 
tanesinin Bakırköyde arkadaşlarıyla yemekte olduğu, diğer birinin de İzmir’de 
olduğunu, 
 
Alınan polis memurlarının ve eldeki diğer sivil kişilerin Ankara’dan gelecek 
ekibe teslim edilmesi için İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın İstanbul Emniyet 
Müdürü Kemal Yazıcıoğluna talimat verdiğini, bunu Kemal Beyin kendisine 
aktardığını, 
 
Ankara da Özel Harekat dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin in İstanbul’a gelerek 
Çamlıca turnikelerinde memurları ve sivilleri teslim alarak götürdüğünü, teslim 
işleminde tutanak düzenlendiğini, 
 
Memurların teslim saati itibariyle 29 saat gözaltında kaldıkları, bu sürenin 
uzamış olmasının, Sayın İçişleri Bakanının talimatı üzerine Ankara’dan gelecek 
ekibin beklenmesinden kaynaklandığını, yoksa yasal süre içerisinde ilgililerin 
salıverilmiş olacaklarını, alınan şahısların sorgulanmadıklarını, isnat edilen 
suçla ilgili olarak kendilerine bilgi verildiği ve kağıda yazmalarının 
istenildiği, bunun bir uygulama olduğunu ve bu şahısların olayla ilgili 
olmadıklarına dair el yazılarının olduğunu, bunun ifade niteliğini taşımadığı, 
kendisinin bu kişilerle yapılan mülakatta bulunmadığını, 
 
Ömer Lütfü Topal’ın olay günü akşamı casinodan evine giderken müdiresi ile 
ortağı Ali Fevzi Bir tarafından yolcu edildiğini, olay günü diğer ortağı Sami 
Hoştan’ın il dışında olduğunu, 
 
Emniyetle ilgili ünitelerde hiçbir zaman video ile kayıt yapmadıklarını, böyle 
bir tesbit yapmalarının sözkonusu olmadığını, alınan polis memurları ile yapılan 
mülakata yabancı kişilerin girmediğini, 
 
Memurların, mülakatta bulunan bütün görevlileri tanımalarının mümkün olmadığını, 
İstanbul Emniyetinde bile qekçok memurun İl Emniyet Müdürü olarak şahsen 
kendisini bile tanımadıklarını, ancak ismen tanıyabileceklerini, 
 
Ömer Lütfü Topal Cinayeti soruşturması ile ilgili olarak kendilerine herhangibir 
telkin yada esgeçin şeklinde bir zorlama yapılmadığını, 
 
Alınan 3 polis memuru ile ilgili olarak kendilerine resmi yada gayriresmi 
şahıslardan kimsenin muhatap olmadığını, ve bu konuda bir haber de duymadığını, 
 
Ömer Lütfü Topal Cinayeti ile ilgili olarak yönlendirilmelerinin sözkonusu 
olmadığını, böyle bir şey hissetmediğini, 
 
Abdullah Çatlıyı tanımadığını, ancak isim olarak tanıdığını, Mehmet Özbay’ın 
Abdullah Çatlı olduğunu bilmediğini, Susurluk kazasından sonra öğrendiğini, 
 
Ömer Lütfü Topal cinayetinde kullanılan silahlardan birisinde Abdullah Çatlının 
Şahin ekli ismi ile 1992 yılında yurtdışına çıkışta sahte isim ve pasaportla 
yakalanmasında alınan parmak izi ile benzerlik gösterdiğini ve bunun da ilgili 
memurların kendi işlerinde dikkatli davranmış olduklarının bir sonucu olduğunu, 
 
Asayiş Şubesinin bu konuda yaptığı çalışmalarla MİT ile direkt bir ilişkisinin 
olmadığını eldeki mevcut bilgilere göre Ömer Lütfü Topal cinayetinin 
aydınlatılmasının mümkün olmadığını, 
 
Tevfik Ağansoy’un öldürülmeden önce de iki kez öldürmeye teşebbüs olduğunu, 
olayın 2 sanığını aldıklarını, olaya fiilen karışan 6 kişi olduğunu ve 
diğerlerinin de isimlerini belirlediklerini, ölenlerden birisinin cinayeti 
işlemeye gelen şahıslardan birisi olduğunu, 
 
Arnavut Sami olarak bilinen Sami Hoştan’ın Almanyada esrarla yakalanmak ve kumar 
oynatmak suçlarından hakkında fiş düzenlenmiş olamsına rağmen, kendisine silah 
ruhsatı verilmesi ile ilgili olarak bir bilgisinin olmadığını ve bu kounda bir 
yorum yapamayacağını, 
 
Haluk Kırcı hakkında bir bilgisinin olmadığını, basında yansıdığı kadarıyla 
bildiğini, 
 
Topal cinayeti gibi profesyonelce işlenen cinayetlerde, suçta kullanılan 
tabanca, tüfek neyse, özellikle hadise yerinde bırakıldığını, çünkü 
bırakılmadığı takdirde başka bir hadisede kullanıldığı zaman yakalanma ihtimali 
olacağından o hadisenin de akabinde çözülmesini getireceğini bu nedenle 
silahların bırakılmış olabileceği, kanaatinde olduğunu, 
 
Özel tim mensuplarından Oğuz’un Hüseyin Kocadağ’ın korumalığını yaptığı 
konusunda bir bilgisi olmadığını, 
 
Ömer Lütfü Topal’ın daha önceleri uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı şeklinde duyumu 
olduğunu, bugün için uyuşturucu kaçakçılığından çok daha fazla paranın mevcut 
gazinolarından kazandığını, Ömer Lütfü Topal’ın gazinocular alemi içerisinde 
sevilmeyen bir kişi olduğunu, bu kadar çok düşmanı olan bir kişinin olay günü 
silahsiz ve tekbaşına olmasının dikkat çekici olduğunu, 
 
Alınan 3 özel tim görevlisi ile Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir’in ilişkileri 
hakkında bilgisi olmadığını, Sami Hoştan’ı hiç tanımadığını ve görmediğini, Ali 
Fevci Bir’i de tebligat için Ömer Lütfü Topal’ın oğluyla birlikte geldiklerinde 
bir defa gördüğünü, 
 
Ayhan Akça’yı tanımadığını ve İbrahim Şahin’in özel koruması olup olmadığını 
bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:211) 
 
39- Habip ASLANTÜRK 28.01.1997 tarihli ifadesinde; “1971 İstanbul 
doğumlu olduğunu ve İlkokul mezunu olduğunu, Abdullah Çatlı’nın Sultan Tekstil 
firmasının muhasebe işlerinde çalıştığını, Abdullah Çatlı’yı, Mehmet Özbay 
olarak bildiğini, Sultan Tekstil’e 1994 yılı Ağustos ayında girdiğini, Şubat 
ayına kadar burada çalıştığını ve daha sonra BAYSA Şirketinde çalışmak üzere 
kendisinin Botaş’a gidip-gelmekle görevlendirildiğini, kendisi ile birlikte 
Turgay Maraşlının da bulunduğunu, Mehmet Özbay’ın şoförlüğünü de yaptığını, 
ancak devamlı şahsi şoförü olmadığını, şimdi Baysa’da çalıştığını, 
 
Mehmet Özbay (Abdullah Çatlı)’ın Batı Trakyada Türk asıllı milletvekili Sadık 
Ahmet ile samimi olduğunu, ayrıca Sedat Bucak ile de Çatlı’nın 
gelip-gittiklerini, Mehmet Özbay ile 3-4 defa Ankara’ya geldiklerini, yüksek 
inşaata ve Sedat Bucak’a bir defasında uğradıklarını, Mehmet Özbay’a 
çevresindekilerin Büyük Reis diye hitap ettiklerini, Haluk Kırcı’nın da Çatlı 
ile birlikte olduğunu, Sultan Tekstilde Haluk Kırcı’nın ithalat-ihracat 
müdürlüğü yaptığını, Mehmet Özbay’ın Botaştan aldığı işte Ahmet Baydar ile ortak 
olduğunu, Mehmet Hadi Özcan’ı da Botaş’ta bir kez gördüğünü, Haluk Kırcı’nın da 
2 kez Botaş’a geldiğini gördüğünü, Korkut Eken’i Botaş’ta hiç görmediğini, 
Botaşta çalıştığını sonradan gazetelerden öğrendiğini, 
 
Mehmet Özbay (Abdullah Çatlı)’ın İstanbul Floryada evi olduğunu, kendisinin BMW 
otomobile bindiğini, Hanımının Honda kızının da suzuki otomobili olduğunu, 
şirketleri bulunduğunu bu genç yaşta bu serveti nasıl elde ettiğini zaman zaman 
kendi aralarında arkadaşları ile düşünüp konuştuklarının vaki olduğunu, 
 
Mehmet Özbay’ın saza, söze, eğlenceye düşkünlüğünün olduğunu, İstanbul 
Yeşilköyde Balıkçı Hasan’a Orfoz restaurant’a, Etilerdeki barlara ve benzeri 
yerlere gittiklerini, Mehmet Özbay’ın zaman zaman yurtdışına gittiğini, Mehmet 
Özbay’ın iki tane telefonu olduğunu ve 5-6 tane de kartı olduğunu, kendi üzerine 
Mehmet Özbay’ın 2 kart aldırdığını, ayrıca şoför Çetin Babayiğit adına aldırmış 
olduğu iki tane de telefonun olduğunu, bu telefonları da kendi üzerine 
devraldığını, ancak telefonlardan birisinin devamlı Mehmet Özbay tarafından 
kullanıldığını, kendisinde olan telefonun da Mehmet Özbay ile irtibat sağlamak 
için bulunduğunu, Mehmet Özbayın şirketlerinden Sultan Tekstil’in durumunun iyi 
olduğunu, Ticaret Odasınca verilmiş olan başarı belgesinin olduğunu, hatta bir 
ara kredi almak istediklerini ancak ithalat-ihracat koşullarına uymadığı için 
alamadıklarını, 
 
Haluk Kırcı’nın Sultan Tekstilde çalıştığı zaman başka bir isim kullanmadığını 
ve herkesin onu Haluk Kırcı olarak bildiğini, 
 
Abdullah Çatlı ile Gonca Us’un birlikte yaşadıklarını, 
 
Abdullah Çatlı ile Sami Hoştan’ı bir kez birlikte gördüğünü hatırladığını, ancak 
Sami Hoştan’ın Abdullah Çatlı’yı telefonla arayıp aramadığını bilmediğini, onu 
sekretere sormak gerektiğini, Abdullah Çatlı ile Ömer Lütfi Topal’ı birlikte hiç 
görmediğini ve bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:212) 
 
40- Abdullah ÇETİN 28.01.1997 tarihli ifadesinde; “1962 Tokat doğumlu 
olduğunu, 1983 yılı Mart ayında Abdullah Çatlı ile Almanya’da tanıştığını, 
kendisinin paralı asker (lejyoner) olduğunu, Nijerya, Fas, Etiyopya, Çat gibi 
ülkelerde paralı askerlik yaptığını, Fransız ordusu emrinde de çalıştığını ve 
oraya kendisini Abdullah Çatlı’nın gönderdiğini, Çatlı ile tanışmasının tesadüf 
olduğunu, Çatlı’nın çevresindekilerin Çatlı’ya reis diye hitap ettiklerini, 
Almanyada Düseldorf, Köln, Özerlon şehirlerinde bazı kahvehaneler olduğunu ve 
buralara kurye olarak evrak götürüp-getirdiğini ve Çatlı’nın bu suretle güvenini 
kazandığını, Abdullah Çatlı’yı enson 1991 yılında Ankara’da Mülkiyeliler 
Birliğinin arkasında bulunan Karadeniz Kahvesinde gördüğünü, 1991 den 1993 
yılına kadar Güneydoğu Anadoluda çalıştığını, Cem Ersever’in komutasındaki 
birliklere destek sağlamakla görevli olduklarını ve 15’er kişilik gruplar 
halinde görev yaptıklarını, dağdaki görevlerinin istihbarat çalışması yapmak 
olduğunu, doğrudan JİTEM ile bağlarının olmadığını kendilerine yöredeki köy 
halkından bilgi toplamak bilgi toplamak görevinin verildiğini, Ahmet Cem 
Ersever’i bir kez gördüğünü, Güneydoğudaki bu göreve kendisini Çatlı’nın, 
gönderdiğini, 1992 yılının Mayıs ayında Azerbaycan’a gittiğini ve Gence’deki 
kampta kaldığını C-4 plastik patlayıcı konusunda eğitildiklerini ve C-4’ün 
kendisinin uzmanlık alanı olduğunu, Azerbaycan’daki eğitimleri sırasında C4 
plastik patlayıcıların Hors Greenmayer adlı şahıstan temin edildiğini, bu şahsın 
Azerbaycan da etkisinin çok olduğunu, Uğur Mumcu suikastını 
gerçekleştirenlerinde Azerbaycan’daki kampta eğitildiklerini, ancak bu şahısları 
ismen tanıyamıyacağını, bunlardan birisinin Cefi Kamhi’ye suikast 
düzenleyenlerden birisi olduğunu ve bu kişiyi teşhis edebildiğini, Bunun 1,78 
boyunda, esmer, dalgalı saçlı, sakallı bir insan olduğunu, ancak ismini 
bilemiyeceğini, Azerbaycandaki kampa eğitim amacıyla gelenlerin isim 
vermediklerini, 
 
Azerbaycan da ayrıca kenevir tarlalarının korunmasında da görev aldığını, 
 
27 Eylül 1995 te Manukyan olayında da C4 plastik patlayıcının kullanıldığını, 
bildiğini, 
 
Abdullah Çatlı’nın kendilerini kullandığını, Çatlı ile yurtdışı operasyonlarda 
bulunmadığını, Haluk Kırcı’yı tanımadığını, 
 
Uğur Mumcu’nun evinin bulunduğu mahalle ile ilgili olarak istihbarat 
çalışmasının kendisi tarafından yapıldığını ancak eylemi kendisinin yapmadığını, 
ancak eylemi yapanların eğitim verdikleri şahıslardan olduğunu, araç altında 
eğitim verilen 3 kişi olduğunu ve bunlardan birisinin Jefi Kamhiye suikast 
düzenliyenlerden birisi olduğunu teşhis ettiğini, 
 
Güneydoğudan geçen uyuşturucunun büyük çoğunluğunun Azerbaycan’dan geldiğini, 
çünkü buralarda dönümlerce kenevir tarlalarının olduğunu,” belirtmiştir. 
(Ek:213) 
 
41- ARZU YAMAN 22.01.1997 tarihli ifadesinde özetle; 21 Ocak 1968 
Kuşadası doğumlu olduğunu, Susurlukta meydana gelen kazada ölen Gonca Us’un üvey 
kardeşi olduğunu, bu nedenle bilgisine başvurulduğunu, 
 
Kazada ölen Abdullah Çatlı’yı halen resmen evlenmek üzere olduğu ve dört yıldır 
birlikte yaşadığı erkek arkadaşı Ahmet Baydar vasıtasıyla 3,5 sene evvel ve 
Mehmet Özbay olarak tanıdığını, bundan 1-2 ay sonra Mehmet Özbay ile kız kardeşi 
Gonca Us’un tanıştıklarını, birlikte dörtlü olarak yemeğe çıktıklarını, 
gezdiklerini, Abdullah Çatlı olduğunu bilmediklerini, bir süre sonra kardeşinin 
Can Apa ile evlendiğini ve Mehmet Özbay’dan ayrıldığını, evliliği bozulunca 
tekrar Mehmet Özbay ile birlikte olduğunu kendilerine duyurmadığını, gizli 
tuttuğunu, 
 
Arkadaşı Ahmet Baydar’ın Mehmet Özbay ile sadece arkadaş olduğunu, 
ortaklıklarını kendisinin bilmediğini, kendisinin Mehmet’i medyada tanıtılandan 
çok farklı bir şekilde tanıdığını iyi bir dost, arkadaş olarak tanıyıp 
sevdiğini, çok para harcamadığını. Mehmet’i Sultan tekstilin sahibi olarak 
tanıdığını, Meral Hanımla evli olduğunu bildiğini, kardeşini son gün evden kimin 
aldığını bilmediğini, annesinin de bilmediğini çünkü annesinin iki gün için 
Çeşmeye gittiğini ve kardeşinin evde yalnız olduğunu belirtmiştir.(Ek:214) 
 
 
 
 
42- ABDULLAH KEDEROĞLU 23.01.1997 tarihli ifadesinde; 1951 Nevşehir 
doğumlu olduğunu, jeofizik mühendisi olmasına karşın, 3 ay MTA’da stajyerlik 
dışında, 1977 yılından beri İstanbulda ticaretle uğraştığını, İstanbula 1969 
yılında öğrenci olarak geldiğini, öğrencilik yıllarında çeşitli derneklerde 
görev aldığını, halen İstanbulda bulunan Nevşehirle ilgili derneğin 2. başkanı, 
Nevşehir Spor’un yönetim kurulu üyesi, Kadıköy Diyanet Vakfının yönetim kurulu 
üyesi ve Taksim Camii yaptırma Vakfının üyesi olduğunu, Siyasi parti olarak 
önceleri MHP’de, 12 Eylülden sonra uzun süre ANAP’ta aktif görev aldığını, şimdi 
ise DYP İstanbul İl Yönetim Kurulu Üyesi olduğunu, 
 
Son olaylarda ismi geçenlerden iki kişiyi: Abdullah Çatlı ve İbrahim Şahin’i 
yakından tanıdığını Abdullah Çatlı’yı hem Nevşehirli olması, hem de 12 Eylül 
Öncesinde kendisinin Nevşehir Öğrenci yurdu Müdürü olduğu sırada Çatlı’nın 
Ankara Ülkü Ocakları Derneği Başkanı olarak İstanbul’a geldiğinde yurda uğraması 
sebebiyle tanıdığını, İbrahim Şahin’i de memleketi olan Kozaklı ilçesinde uzun 
süre görev yaptığı için tanıdığını, bir diğer ismi geçen Avşar Kederoğlu’nun ise 
en küçük erkek kardeşi olduğunu, Bunlarla ilgili bildiklerini kronolojik sıraya 
göre anlatacağını, 
 
Çatlı, 12 Eylülden sonra kaçak durumunda olduğunu, 12 Eylül öncesinde Ocak 
başkanlığını bırakınca İstanbula geldiğini, kaçak olduğunu gazeteler yazıncaya 
kadar bir süre İstanbulda Sirkeci de ticaretle meşgul olduğunu, kaçak olduğu 
duyuluncaa ortadan kaybolduğunu, yurtdışına gitti dendiğini, bir süre sonra 
kendisini yurtdışından aradığını, “Türkiyede ne var, ne yok?” gibi sorular 
sorduğunu. Ondan sonra da bir daha aramadığı için irtibatlarının koptuğunu, 
yaklaşık 4-5 yıl önce tekrar telefonla kendisini aradığını, Türkiyeye gelip 
gittiğini söylediğini, kendisinin onu arayabileceği bir numarası olup olmadığını 
sorduğunda yok, ben seni ararım dediğini, ondan sonra yaklaşık (1) yıl 
aramadığını, bir gün hatırlayamadığı bir tarihte yapılan Yozgatlılar veya 
Kırşehirliler gecesinde otururken yanına geldiğini, o gün Çatlı’nın gözlükleri 
olduğunu, kendisinin şaşırıp heyecanlandığını, sohbet ettiklerini, Türkiyeye 
gelip gittiğini, bir gün temelli geleceğini kendisine söylediğini, ondan sonra 
bir yada iki kere daha kendisini telefonla aradığını, son iki yıldır ise hiç 
aramadığından emin olduğunu, çünkü bu iki yılda kendisinin Hacca ve Umreye 
gittiğini ve gidiş ve dönüşlerinde arar diye umduğunu, aramadığını, eğer 
arasaydı mutlaka hatırlayacağını, Çatlı’nın bir huyununda sevdiği insanlara yük 
olmayı sevmemek olduğunu, belkide o yüzden kendisini sevdiği için çok 
aramadığını, yüzyüze görüştükleri gecede kendisini biraz tedirgin gördüğünü, ne 
iş yaptığını sorduğunda, sadece ticaret yaptığını söylediğini, fazla açıklama 
yapmadığını, Çatlı ile İbrahim Şahin’in tanıştıklarını gazeteler yazınca 
öğrendiğini, daha önce bilmediğini; 
 
İbrahim Şahin’in Kozaklı’dan sonra tayinen İstanbul’a geldiğini ve kendisini 
aradığını 2. Şubede görev yaptığını söylediğini, kendisinin Şahin’i ziyaret 
ettiğini, İbrahim Şahin’in de kendisine ziyarete geldiğini, kendilerinin 
İstanbulda, 3 erkek kardeş ve 2 amcaoğlu olarak Halkalı Gümrüğünün içinde bir 
Tır garajlarının olduğunu, garajın içinde lokanta, kahvehane, büfe vs. tesisleri 
bulunduğunu, iki tane sigorta acenteliklerinin ise Avcılardaki bürolarında 
olduğunu, Kederoğlu Ticaret adında faaliyet gösteren ve Procter and Gamble’n 
hammaddelerini temin eden, asit borik ve sodyum perborat satan bir firmaları 
olduğunu, yine İstanbul Avcılar Ambarlıda (10) dönümlük bir çaybahçesi 
işlettiklerini, kendisi Kadıköy-Suadiyede oturduğu için orada da kendisine ait 
bir bürosu olduğunu, bu büroda bir arkadaşıyla beraber hurda ithalatı 
yaptıklarını, İbrahim Şahin’in bir müddet sonra telefonla kendisini arayarak, 
görevinin değiştiğini, Özel Harekat Daire Başkanı olduğunu o nedenle İstanbuldan 
ayrılacağını söylediğini ve kendilerine polisleriyle beraber ve ziyaretine 
geldiğini, kendisiyle yaklaşık 8-10 kez telefon görüşmesi ve bir kaç yüzyüze 
görüşmeleri olduğunu, son olaylardan sonra kendisinin Şahin’e telefon ederek 
neler oluyor diye sorduğunda, Şahin’in kendisine birileri bizimle uğraşıyor, 
bizim veremiyeceğimiz hesabımız yok, bizde uğraşıyoruz dediğini, daha sonra 
aradığında yerinde bulamadığını, görevinden alınmış olduğunu öğrendiğini, 
 
Yine senesini hatırlayamadığı bir gün iş yerlerinde otururken, kendisinin bir 
küçüğü amcaoğlunun kendisine “Avşar’ı polisler sık sık arıyor, bir şey var 
herhalde” dediğini. Bir başka gün Halkalıdaki işyerine gittiğinde genç birisinin 
amcaoğluyla yemek yediğini gördüğünü, kim olduğunu sorduğunda amcaoğlunun 
kendisine “bu Avşar’ı alıp bırakmış, şimdi de her hafta geliyor ve Avşar’ı 
soruyor” dediğini. Adamla tanıştığını ve sohbet ettiklerini, o kişinin 
kendisinin istihbaratçı olduğunu ve Avşarı arama sebebinin: Kaybolan Tarık 
Ümit’in telefonunda son numara Avşar’ın cep telefonu çıkması olduğunu, Tarık 
Ümit’in son kez Avşarın cep telefonundan aranmış olduğunu, bunun üzerine 
kendilerinin onları takibe aldıklarını, bir hafta on gün telefonlarını dinlenmiş 
olduğunu ancak sonunda onların temiz insanlar olduğuna kanaat getirdiklerini, 
Avşarı 2-3 gün götürüp tuttuklarını, Avşar’ın kendilerine yardımcı olduğunu, 
telefonuyla kimlerin konuştuğunu söylediğini; bu istihbaratçı başçavuşun 
giderken “benden size tavsiye: bu adamlarla fazla içli dışlı olmayın, bunlar 
hakkında dedikodular var. Bende onu araştırıyorum” dediğini. Ayrıca ne yapayım 
diye sorduğunda başçavuşun kendisine “kardeşin Ataköyde bekar evinde kalıyor, 
hiç olmazsa bir süre yanına evine götür” dediğini, bunun üzerine kardeşini 
sıkıştırdığını, kardeşinin kendisine “Ağabey polis ziya telefonu istedi, bende 
verdim, sonra jandarma beni gözaltına aldı” dediğini, Halkalıdaki işyerinin 
kalabalık bir yer olduğunu, oraya sık sık istihbaratçı ve narkotikçi polislerin 
geldiğini, onlara telefon hususunda yardımcı olduklarını, bundan sonra kardeşini 
bir ay kendi evine götürdüğünü ve ikaz ettiğini, Ayhan Akça isimli polisin kendi 
kiracısı olmadığını, gazeteler yazınca araştırdığını ve Ayhan Akça’nın 2-3 ay 
önce kız kardesinin kiracısı olduğunu öğrendiğini, ayrıca; işyerine gelen 
başçavuş’un resmi değil sivil giyimli olduğunu yanında sivil giyimli bir asker 
olduğunu hatırladığını, son olaylarda ismi geçen Haluk Kırcı’yı tanımadığını, 
sadece ismini duyduğunu, Korkut Eken’i de tanımadığını, İbrahim Şahin’e 
İstanbul’a geldiği zamanlarda araba verdiklerini belirtmiştir.(Ek:215) 
 
43- CEMALETTİN ÜMİT 30.01.1997 tarihinde ifadesinde; 1929 Düzce 
doğumlu olduğunu, Operatör doktor olarak İstanbul Alman hastanesinde 
çalıştığını, 
 
1995 yılında 3 Mart’ı 4 Mart’a bağlayan gece saat 1,5’ta kendisine bir telefon 
geldiğini, Yeğeni Tarık Ümit’in arabasının Trakya Çerkezköy civarında bir yerde 
terkedilmiş olarak bulunduğunun o telefonla kendisine bildirildiğini, bunun 
üzerine olay mahalline gittiğini, arabayı hiç hasar görmemiş, terk edilmiş ve 
kapısının açık olarak bulduğunu ve hemen durumu Jandarmaya haber verdiğini, 
Jandarmayla birlikte olay yerine tekrar gelindiğini, zabıtların tutulduğunu, 
arabayı ertesi gün gelip almasını, bu arada jandarmanın arabanın Tarık Ümit’e 
ait olup olmadığını tespit etmesi, kendisinin de anahtar bulması gerektiğini, 
yapılan araştırmada aracın plakasının sahte olduğunun meydana çıktığını, o 
yüzden arabayı orada bırakmak zorunda kaldığını. daha sonra Kadıköy Cumhuriyet 
Savcılığına müracaaat ettiklerini, o sırada Jandarmanın bir başçavuşu olayı 
soruşturmakla görevlendirmiş olduğunu öğrendiğini, 
 
Özel bir yolla ulaştığı İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Avni Bilgin vasıtasıyla 
gittiği ilgili bir başsavcının “bunlardan birşey çıkmaz, boşuna uğraşma mademki 
geldin, bir dilekçe yazın bakalım” dediğini, 
 
Kendisinin konuyu özel olarak araştırdığını, bu tespitlerine göre; Tarık Ümit’in 
son kez Divan pastanesinde görüldüğünü, orada yemek yerken, ertesi gün Düzce’ye 
gideceği için 3 kutu çikolata aldığını, o sırada, ertesi gün bayram olduğundan 
dolayı çikolata almaya gelen müşterek aile dostları, Baha Şen’in Tarık Ümit’i 
orada görüp konuştuğunu, onların konuştuğu sırada Tarık Ümit’in tanıdığı iki 
beyin daha geldiği ve dörtlü grup olarak sohbete devam ettiklerini, otururken 
Baha Şen’le Tarık Ümit’in karşı karşıya diğer beylerinde onların yanına 
oturduğu, Baha Şen’in karşısında oturan beyi teşhis edebilirim dediğini, 
soruşturmayı yapan başçavuşunda Baha Şen’i dinlediğini, Baha Şen’in anlatımına 
göre Tarık Ümit ile yeni gelen beylerden birinin ağızlarını kapatarak fiskos 
yaptıklarını ama ne konuştuklarını anlıyamadığını, ancak Tarık Ümit’in “O niye 
gelmedi” diye sorduğunu, diğerinin de “O evde bekliyor” dediğini duyduğunu, 
jandarmanın tespitlerine ve bilahare bu konuda Mit’in de bir raporu olduğu 
tespitlerine göre; Tarık Ümit’in ertesi gün bayram sabahı Düzceye gitmek 
niyetindeyken, Divan Pastanesine geldikten sonra, cep telefonuyla arandığını ve 
orada kararını değiştirip, Adapazarındaki kızına ve Düzcedeki annesine telefon 
ederek bayrama gelemiyeceğini bildirdiğini, Tarık Ümit’i cep telefonundan son 
arayan telefonun Avşar Kederoğluna ait olduğunu, Başçavuş Ahmet’in sorgulaması 
sonucu Avşar Kederoğlunun telefonunun özel harekatta görevli polis memuru 
Ziya’da olduğunu söylediğini, Başçavuş Ahmet’in o sıralar kendisine ben meseleyi 
çözdüm, sonuna kadar geldim, ancak rapor hazırlamam lazım, bu da (15) gün alır 
dediğini, sonra birgün Ahmet Başçavuştan soruşturmanın bittiğini öğrendiğini, 
özel araştırmaları sonucunda; Ahmet Başçavuşun anılan iki polis memurunu Ataköy 
tarafında bulup sorgulamasından sonra Ankaradan İbrahim Şahin kendisini arıyarak 
benim memurlarımı sıkıştırma, çok fazla üzerlerine gitme, ne soracaksan sor, 
sonra da bırak; aslında senin onları sorgulamaya yetkin yok dediğini, Ahmet 
Başçavuşunda ona; “benim listem de senin de adın var, seni çağırıp ifadeni 
alacağım” dediğini, ancak ertesi gün bir yerlerden geldiğini sandığı bir emirle 
Ahmet Başçavuş’un bu işi bıraktığını, 
 
Bu arada Tarık Ümit’in evinde Mehmet Ağar’ın imzasını taşıyan bir belge 
bulduklarını, Hande Ümit’in bu belgeyi Komisyona ulaştırdığını sandığını, bu 
aşamada daha önceki duyumları ile bunu birleştirdiğinde Mehmet Ağar’a 
ulaştığını, son zamanlarda Tarık Ümit’in huzursuz olduğunu, bu huzursuzluğun 
Özel Harekat Timiyle ilgili olduğunu, son günlerde Korkut Ekenden tehdit 
telefonlarının geldiğini, Tarık Ümit’in Cihangirdeki bürosunda çalışan Ali 
Vasıtasıyla Korkut Ekenin “Tarık bize bir oyunlar etti; ayağını denk alsın, 
yakında onun hesabını göreceğiz.” diye haber gönderdiğini, Tarık Ümit’in Özel 
Harekat Birliğine lanse ettiği, kot adı Cavit olan beyin bir gün Tarık Ümite 
gelerek “beni bu insanlara sen lanse ettin, ancak; bunlar seni öldürmem için 
para ve silah verdiler, hakkında böyle düşünüyorlar, ayağını denk al.” dediğini, 
ancak bunları kimden duyduğunu hatırlıyamadığını, bu duyumları alınca Korkut 
Eken’i araştırdığını, Mehmet Ağarın danışmanı olduğunu öğrenince Mehmet Ağardan 
bazı şeyler öğrenebileceğini düşündüğünü ve Ağar’a bir mektup yazdığını, 
kendisiyle görüşmek istediğini yazdığını, Ağar’ın o zaman Adalet Bakanı olduğunu 
ve kendisine uygun bir zamanda görüşürüz diye cevap verdiğini. Hükümet 
değişiminde Ağar’ın İçişleri Bakanı olduğunu ve kendisinin gidip onunla 
görüştüğünü, yanına vardığında Ağar’ın galiba mektubunuzu kaybettim, yenisi 
varmı dediğini, yanında bulunan yenisini çıkarıp verdiğini ve birlikte 
okuduklarını, mektupta “yardımcınız olan K.E.’nin yönlendirmesi, İ.Ş’nin 
yürütmesi, İki P.M. isimleri belli dediğini, Ayhan Akça ve Ziya 
Bandırmalıoğlunun pastaneye gelerek Tarık Ümit’i alıp götürdüler, o gün bu 
gündür yok. Bu konuda bana ne yardım yapabilirsiniz” diye yazdığını, Jandarma 
Başçavuşundan şaşırtma olarak Tarık’ın Yalova tarafına, arabasının Trakya 
tarafına götürüldüğünü duyduğunu, bunu Ağar’a söylediğinde, Ağar’ın ayağa 
fırlayıp bunu nereden öğrendiğini sorduğunu, ayrıca bunları araştırarak, iki 
haftaya kadar bir cevap vereceğini söylediğini, aradan geçen bir yıla yakın 
sürede bir cevap vermediğini, 
 
Tarık Ümit’in bir bankaya ortak olduğu yolunda ki haberleri okuduğunu, ancak 
bankanın kendilerine verdiği cevapta “kendisi para yatırmadığından hisselerinin 
iptal edildiğini” bildirdiğini, 
 
Tarık Ümit’in niçin öldürüldüğü yolundaki duyumlarının ise; devlete zararlı bazı 
insanların yok edilişinde, özel olarak Savaş Buldan’ın yok edilişinde Tarık’ın 
işin içinde olduğunu sandığını, çünkü Savaş Buldan’ın cesedinin bulunduğu yeri 
(yığılca civarında) Tarık’tan başka bir polisin bilebileceğini sanmadığını, 
Tarık’ın son zamanlarda bazı arkadaşlarına “ben bu insanların arasındayım, ama, 
daha fazla bunlarla çalışmam mümkün değil, yedikleri halt bini geçti, ciddi 
olarak uyuşturucu kaçakçılığı yapıyorlar, bütün ikazlarıma, ısrarlarıma rağmen 
mani olamadım, notere gidip bütün bu bildiklerimi tespit ettireceğim ve ben bu 
insanları kamuoyuna deklere edeceğim” dediğini, bu sözlerden sonra demin 
söylediği tehditlerin gelmeye başladığını, Tarık’ın korkunç derecede zeki ve 
cesur olduğunu, kendine güveninin fazla olduğunu bu yüzden arkadaşları ikaz 
ettiğinde “kimse bana bir şey yapamaz” dediğini, Tarık’ın kaçırılışından bir 
hafta evvel Korkut Eken’in özel timden birkaç polis memuruna Tarık’ın kaldığı 
evin tespit edilmesini söylediği Tarık’ın bu tehlikeleri sezince evine 
uğramadığı, Tarık’ı evinde kıstıramayınca baştan anlattığı şekilde pastaneden 
alındığınıbelirtmiştir.(Ek:216) 
 
44- ORAL ÇELİK 29.01.1997 tarihli ifadesinde; 1959 Malatya Hekimhan 
doğumlu olduğunu, Eğitim enstitüsünü bitirdiğini, 1980 öncesinde Türkiyedeki 
sağ-sol olaylarına katıldığını, sağda Milliyetçi kanatta yer aldığını, 
katılmadığı olaylarda kendisine isnat edilen suçlar olduğundan 12 eylül 1980’den 
sonra yurtdışına çıktığını, yurtdışına çıkarken aynı görüşü paylayan insanların 
yardımını gördüğünü, Harun Çelik adına düzenlenmiş bir sahte pasaportla ve 
yalnız olarak Türkiyeden ayrıldığını, giderken Tren yolculuğu yaptığını, 
Bulgaristan, Yugoslavya, İtalya, İsviçre yoluyla Avusturyaya direk olarak 
vardığını, orada Abdullah Çatlı ile buluştuğunu, Çatlı’nın kendisinden 2-3 gün 
önce uçakla İngiltereye gittiğini, İngiltereye alınmadığı için oradan 
Avusturyaya geldiğini, Çatlının Hasan Kurdoğlu adına düzenlenmiş sahte 
pasaportla Türkiyeden ayrıldığını, Avusturyada oturma izni alabilmek için 
Üniversitenin dil kursuna kayıt olduklarını, yurtdışındaki akraba ve 
tanıdıkların yardımıyla geçindiklerini, Papa olayı olduğu zaman Avusturyadan 
Fransaya geçtiklerini, Papa işinde bir rolü olmadığını, ancak basında isminin 
rolü varmış gibi geçtiğini, Fransaya geçtikleri tarihin 1982’nin son ayları 
olduğunu, Fransada Poitiers şehrinde ki Üniversiteye Çatlı ve Eşi ile birlikte 
kayıt yaptırdıklarını, Çatlı’nın eşinin uçakla Avusturya’ya oradan da İsviçreye 
ve Fransaya geldiğini, oraya varınca herşeyin Türk Milleti ve Devletinin 
aleyhinde olduğunu gördüklerini, kendilerinin orada Türkiye’nin turizm 
büyükelçisi gibi olduklarını, o sırada kendilerine “Türk Devletinin Milletinin 
aleyhinde çalışan mesela Asala gibi örgütlerle mücadele edermisiniz, nasıl ve ne 
takdiklerle mücadele edersiniz?" şeklinde teklifler geldiğini, bu teklifin 
devletimizin üst düzeydeki yetkililerinden geldiğini, ancak onların ismini 
söyleyemeyeceğini, bu teklifi alınca kendilerinin de, oralardaki devlet 
temsilcilerinin, diplomatların değil Türklükle, insanlıkla bağdaşmayacak şeyler 
yaptıklarını söyleyerek değiştirilmesini istediklerini, kendilerine teklif 
getiren kişilerin "biz bunları değiştiremeyiz; bunlar bizim ülkemize mal olmuş 
kişiler; fakat, bizim devletimiz ve milletimiz sözkonusu, ortada olan bu" 
dediklerini, o zaman da kendilerinin Milliyetçi ve Vatanseverler olarak bu 
teklifi gönüllü olarak kabul ettiklerini, bu arada suçsuz olarak cezaevinde 
yatan arkadaşları ve bazı tanınmış politikacıların serbest bırakılmasını 
istediklerini ve olumlu cevap aldıklarını, bunun üzerine (12) kişilik bir liste 
verdiklerini, bu isimlerden birisinin Mehmet IRMAK olduğunu, Ancak bu 12 kişinin 
hiç birisinin bu işlerden yararlanmadığını, bu teklifin kendilerine 1981 yılında 
kendilerinin Fransada oldukları zaman yapıldığını, aslında bu tekliflerin o 
zaman Avrupadaki Türk federasyonundan tutun da herkese kadar yapıldığını, en 
sonunda kendilerine Çatlı ile birlikte teklif geldiğini, teklifi kabul ettikten 
sonra Fransada (18), Hollanda da (2), Kanadada, Amerikada, Yugoslavya da 
Beyrutta, Yunanistanda, akla gelen pekçok eylem yaptıklarını, bu eylemleri Oral 
çelik, Abdullah Çatlı ve diğer iki kişiden oluşan (4) kişilik grubun yaptığı ya 
da yaptırdığını, bu arkadaşlarından birisinin mahkemeye geçtiğini, gizli celse 
olduğunu, yaptıklarını orada anlatarak kendilerine, önceden söz verildiği gibi 
ceza indirimi uygulanmasını, yada kanuni takibattan muaf tutulmalarını 
istediğini, ancak taleplerinin kabul olmadığını, 10-12 sene mahkumiyet 
verildiğini duyduğunu, 4 arkadaşının da Türkiye'ye döndüğünü, onun cezasının 
zaman aşımına uğradığını, kendisine de yurt dışında yaptığı hizmetlerden dolayı 
kolaylık gösterilmediğini, yurda döner dönmez cezaevine konduğunu ve boş yere 
(4) ay hapis yattığını, yurt dışında olduğu yıllarda bir kere 1983 yılında yurda 
giriş-çıkış yaptığını, onun da istihbaratın kontrolü altında gerçekleştiğini, 
yurtdışında oldukları sırada istedikleri pasaportu, istedikleri yerden 
alabildiklerini, Türkiye konsolosunun da kendilerine pasaport verdiğini; çünkü, 
Türk Basını ve Türkiyedeki güya aydınların kendilerini ihbar etmeye 
başladıklarını, İsviçrede yakalanan bir adamın kendilerinin eylemleri ile ilgili 
bilgiler verdiğini, bu adamın Nevzat Bilican olduğunu, bu kişinin birgün İsviçre 
Polisine giderek yalan yere ben Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Mehmet Şener ile 
eroin işi yaptım dediğini, daha bir kaç isim daha söylediğini, kendilerinin 
Ermenileri öldürdüğünü söylediğini, İsviçrenin durumu Türkiye'ye bildirmesi 
üzerine Türkiye'den ilgili kimselerin kendilerine-ki o zaman Fransada Çatlı ile 
bir evde oturduklarını bildirdiğini, kendilerinin de oradan kaçtıklarını, bunun 
üzerine Türkiye-İsviçre arasında problem çıktığını, bu olayın 1984 yılında 
cerayan ettiğini. Bunun üzerine Türkiyeden bir Devlet Bakanının İsviçreye 
gelerek ortamı yatıştırdığını, Mesut Yılmaz'ın da o sırada bakan olduğunu, daha 
sonraları da İsviçrenin kendilerine (Oral Çelik, Çatlı ve arkadaşları) ambargo 
koyduğunu, Mesut Yılmaz'ın da Dışişleri Bakanı olarak kendileri için İsviçre 
nezdinde teşebbüsleri olduğunu, duyumlarına göre Mesut Yılmaz'ın Çatlı ile 
temasa geçerek bir kulube olan kumar borcunu sildirdiğini, Çatlı'nın 1991 
yılında İsviçreden hapisten kaçınca Türkiyeye döndüğünü, Çatlının bu 
mahkumiyetinin Nevzat Bilican iftirası ile olduğunu, aynı davada kendisi ve 
Mehmet Şener'in de yargılandığını ve beraat ettiklerini, çünkü Nevzat Bilican'ın 
daha sonra İsviçre Makamlarına giderek "ben yalan söyledim, ben PKK'yım, bunlar 
Milliyetçi bana öyle ifade vermem söylendi bende öyle söylemiştim. Ben Oral 
Çelik ve Çatlı'yı tanımıyorum bile" dediğini. Fransadaki mahkumiyetlerinin de 
aynı şekilde Fransız İstihbaratının yaptıkları faaliyetleri anlaması üzerine 
hazırladığı düzmece bir senaryo ile olduğunu, kendilerinin katiyen eroin ile 
uğraşmadığını, eğer uğraşsalardı 100 gr değil 10 ton eroin yükleyip satardık. 
Çatlı'nın İsviçrede ceza evinden kaçmasının da çok normal bir şey olduğunu, 
çünkü orada hüküm verildikten sonra mahkumların başka bir şehir ve cezaevine 
nakledildiğini ve orada Türkiyedeki yarı açık cezaevi şartlarının olduğunu, yani 
kolayca kaçılabildiğini, İsviçre cezaevlerindeki yabancıların % 75'inin 
kaçtığını, buna İsviçrenin belkide bilerek göz yumduğunu, böylece yabancılardan 
kurtulduğunu, kendileriyle ilgilenenlerden birisinin METE kod isimli üst düzey 
MİT yetkilisi olduğunu ancak ismini vermeyeceğini, M.Ali Ağca ile fazla bir 
ilgisi olmadığını, Ağca'ya Türkiyede hapisten kaçınca yardım ettiğini, Avrupaya 
yeni geldiği zamanda biraz yardım ettiğini, onun dışında irtibatı olmadığını, 
son zamanlarda Çatlı ile ilgili basında yer alan iddiaları Çatlı ile 
bağdaştıramadığını, Çatlı'nın iyi, temiz, saf, politikadan anlamayan, sözünü 
söyleyen birisi olduğunu, böyle tiplerin de pek sevilmediğini, Çatlı'dan 
duyduğuna göre Mesut Yılmaz'ın kumar borcunu sildirme işi için Çatlı ile Yılmaz 
Belçika'da yüzyüze görüşmüşler. Aynı yıl Çatlı'nın, 85 yılına 2,5 ay kala yani 
1984'ün 9. ayında Fransa hapise girdiğini, kendisinin de Fransada 86'nın 11. 
ayından 93'ün 11. ayına kadar hapis yattığını ayrıca (30) ayda Fransada 
görülmemiş sürgün cezası verildiğini, o sırada Çatlı'nın da İsviçre cezaevinde 
olduğunu, Meral Çatlı'nın kendisini cezaevinde ziyaret ettiğini, 1986 yılında 
Fransa Belçika sınırında Fransız polisinin düzmece iddiaları ile tutuklandığında 
Bedri Ateş kimliğini kullandığını, çünkü; eğer kendi ismini verseydi yaptıkları 
eylemlerinin ortaya çıkacağını, belkide Türkiye'ye zararı olabileceğini, o 
yüzden başka bir isim kullandığını, kendisini savunan avukatlarının MHP'li 
olmasının normal olduğunu, çünkü 80 öncesinden tanıdığı arkadaşları olduğunu, 
Özer Çiller ve Mehmet Ağar ile hiç bir yerde ve hiçbir şekilde görüşmediğini, 
yurtdışında bulundukları sırada liderin Çatlı olduğunu, şimdi Çatlı öldüğü için 
kendisinin lider sayılabileceğini, çünkü yurtdışında Çatlı ile aynı evi 
paylaşıp, aynı bardaktan su içtiğini, yurtdışında eylemler yaparken devletten 
sadece 10 bin dolar para aldıklarını, Çatlı yurda döndükten sonraki zamanlarda 
kendisinin Fransa, İtalya ve İçviçrede aynı suçtan cezaevinde olduğunu, Çatlı 
ile mektuplaştıklarını, kendisi yurda dönünce Çatlı'nın kendisini ziyaret 
etmediğini, haber gönderdiğini, Bedri Ateş kimliği ile yakalandığında PKK'lıyım, 
PKK'ya hizmet ediyorum dediğini, çünkü kart alabilmek için ne yaparsan yap 
Türkiye aleyhine bir şey yapmak gerektiğini, Çatlı'nın 1991 yılındaki ANAP 
kongresinde önce Yıldırım Akbulut'u sonra Mesut Yılmaz'ı desteklediğini, Yaşar 
Okuyan ve Agah Oktay'ın Çatlı'yı iyi tanıdıklarını, seçim zamanı biz kahramanız, 
ASALA'yı yok ettik, yok bilmem Fransızları şöyle yaptık dediklerini, şimdi ise 
Çatlı'yı kötülediklerini, kendilerinin mücadele ettikleri ASALA'nın belki 500 
militanının olduğunu, fakat bütün ülkelerin istihbarat birimlerinin bunlara 
yardımcı olduğunu, ASALA kendi içinde anlaşmazlığa düştüğü için dağıldı 
diyenlerin yalan söylediğini, eğer böyle şeyler kendiliğinden oluyorsa bu 
memlekete zararlı olan örgütlerin olduğunu ve onların niye kendi kendine 
dağılmadığının sorulması gerektiğini, yurtdışında hizmet yürütürken kendilerine 
MİT'in üst düzeyde yetkililerinin yardım ettiğini ve yönlendirdiğini, Çatlı'nın 
Muhsin Yazıcıoğlu ile telefon görüşmeleri yaptığını, Türkeş'le Çatlı'nın 
arasının hoş olmadığını, çünkü Çatlı’nın Türkeş hakkında MİT'e bir rapor 
yazdığını ve Türkeş'in bundan haberi olduğunu, Çatlı'nın Türkiyedeki ticari 
faaliyetlerinden haberdar olmadığını, Mehmet Özbay ismini kullandığını 
bilmediğini, Hüseyin Kocadağı tanımadığını, Haluk Kırcı'yı çok önceden 
tanıdığını, son yıllarda görmediğini belirtmiştir.(Ek:217) 
 
47-MEHMET SENA SÖYLEMEZ 2 Mart 1997 tarihli ifadesinde; Aslen Muş’lu, 
Kürt kökenli, 1961 doğumlu, doktor, genel cerrah oluduğunu, Eşinin Muş Eski 
Milletvekili Mehmet Emin SEVER’in yeğeni ve doktor olduğu, 1995 yılına kadar 
Ankara Numune hastanesinde çalıştığını, 6 kardeş olduklarını, kardeşlerinden 
birinin başkomiser, birinin astsubay, birinin emekli polis, birinin de emekli 
işçi olduğu, 
 
1994 yılında bir araba parkı meselesi yüzünden Bucak ailesinden Sedat BUCAK’ın 
yeğeni uyuşturucu, alkol bağımlısı Sultan Memduh BUCAK tarafından vurulduğunu, 
(kardeşinin de O’nu öldürdüğünü), bu tarihe kadar Bucak ailesini hiç 
tanımadığını, bundan sonra aralarında kan davası başladığını, vurulan insan 
olmasına rağmen Ankara’da gözaltına alındığını ve sorgulandığını, bu sorgulamada 
Ankara Asayiş Müdür Yard. Ali İhsan SARIKAVAK’ın kendisine “Biz Bucakların 
dostuyuz. Seni ve ailenden herkesi öldüreceğiz” dediğini, (Bu kişinin daha sonra 
abisi ve yeğenini öldürenlerle birlikte oturup kalktığını,) 
 
Sedat BUCAK’ın Mehmet AĞAR ile ortaklığı, karanlık işlere eraber girip çıkmaları 
yüzünden kendisine bağlı polisleri kendi üzerlerine saldırttığını, kendilerine 
saldıranların daima polisler olduğunu, 
 
Bir oaydan dolayı Bilkent Üniversitesinde okuyan yeğeninin tutuklandığını, 
işkence gördüğünü ve o zaman Adalet Bakanı olan Mehmet AĞAR’ın emri ile 
özellikle Eskişehir Hapishanesine gönderildiğini, yeğeni yem olarak kullanılarak 
O’na elbise, çamaşır, para vs. götüren ağabeyi ve diğer yeğeninin orada Savcıdan 
izin alma bahanesi ile bekletildiğini, bu sırada ziyaret günü olmamasına rağmen 
oraya gelen Ülkücü Mafyasından bazı kimselerin güya ziyaret amacı ile oraya 
gelerek ağabeyi ve yeğenini teşhis ederek dönüş yolunda pusu kurduklarını ve (13 
Mart 1996 günü) ağabeyi ve yeğenini öldürdüklerini, onlara ateş edenlerin 
polisler olduğunu, bu olayın maddi delillerinin araştırılmadığını, örneğin Orada 
bulunan Mercedesin içinde vurulan insanların saç kılları, parmak izleri, tükürük 
ve kanlarının olduğunu, yıllar geçse de DNA testi ile bunların kime ait 
olduğunun tesbitinin mümkün olduğunu, ayrıca Fatih BUCAK adına kayıtlı bir cep 
telefonu bulunduğunu, bu telefondan kimlerle görüşüldüğünün tesbit 
edilebildiğini, Daha sonra bu öldürme olayının çiğ köfte partisi ile 
kutlandığını, bu partiye; Mehmet AĞAR’ın, Yalım EREZ’in, Sedat BUCAK’ın ve 
Necmeddin Dedenin katıldığını, ancak bu davanın kapatıldığını, 
 
Sedat DEMİR ve Deniz GÖKÇETİN’in kendi taraftarları olmadığını, bu kişilerin 
yine Mehmet AĞAR’ın adamları olduğunu, ağabeyini pusuya düşürtüp öldürmek için 
bu insanların kullanıldığını, bu müdürlerle beraber olan Başkomiser Halim 
APAYDIN’ın ağabeyine arabasının vererek Eskişehir’e gönderdiğini, ancak ne zaman 
gideceğini (katillere) haber vererek karşılığında çek aldığını, eylemin 
sonucunda ağabeyinin öldüğünü, 
 
Kendisinin 11 Haziran 199’da Adana’da bulunan ağabeyini ziyaretten dönerken 
Pozantı’da vurulduğunu, kendisini vuran insanların İstanbul Polisi olduğunu, 
güya operasyon yaptıklarını, bundan Adana polisinin haberi olmadığını, bu 
kişilerin İstanbul dışında operasyon yapmak için görev belgelerinin olmadığını, 
oraya gelmek için bir gerekçelerinin de olmadığını, kendisi orada ölseydi olayın 
faili mechul olacağını, trafik polislerinin, kamyoncuların, vatandaşların 
gelerek kendisini kurtardığını, bunun üzerine işi resmileştirdiklerini, 
kendisini vurmalarına bir bahane bulmak için kendisini ÇETE olmarak 
suçladıklarını, kendi arabasında silah olduğunu iddia ettiklerini, bunun 
kesinlikle yalan olduğunu, Orada ( POZANTI’da) yakalandıkları , Adana’da 
hastanede yaralı iken Adana Terörle Mücadele ekipleri tarafından ifadesi 
alındığı halde İstanbul’da yakalanmış gibi tutanak tutulduğunu, Pozantı’da 
hiçbir işlem yapılmadığını, olayın Pozantı Savcısından gizlendiğini, daha sonra 
İstanbul’a götürüldüğünü, burada hiçbir ifade vermediğini, hiçbir şeye de imza 
atmadığını, ancak kendi ifadesi olarak sahte bir ifadenin düzenlendiğini, 
mahkemeye aleyhine delil olarak sunulan tek şeyin bu ifade olduğunu, kendisinin 
bir şey itiraf edecekse bunu Adana’da itiraf edeceğini, oysa Adana’da verdiği 
ifadede “Hiç bir şey yapmadım” dediğini, o ifadenin kesinlikle kendi ifade 
olmadığını, 
 
Ayrıca kardeşlerine de çeşitli uydurma şeyler imzalatıldığını, kardeşinin 
tutuklama kararı olduğu halde, kardeşinin savcının, hakimin karşısına 
çıkarılmadığını, 4 yıl gezdirildiğini, işkenceden geçirildiğini, bunun arkasında 
da Mehmet AĞAR’ın olduğunu, 
 
Kendisi tutuklandığı zaman, memur olduğu için memur koğuşuna konulması 
gerekirken, Adalet Bakanı Mehmet AĞAR’ın imzasıyla Kütahya Cezaevine 
gönderildiğini, çünkü burada abisini öldürmekten zanlı insanların bulunduğunu, 
50 kadar Urfa’lı bulunduğunu, Sedat BUCAK’la yakın ilişkisi olan Müslüm BAKAN 
adında birinin kardeşinin olduğunu, bu cezaevine konulursa kendisinin muhakkak 
öldürüleceğini, bunu da M.AĞAR’ın kendisini öldürsünler diye Adalet Bakanı 
olarak yetkisini kullanarak bilerek yaptığını, orada vicdan sahibi bir savcının 
durumu farkederek kendisini koymadığını, buradan sevkinin itirafçıların 
bulunduğu Kırklareli cezaevine çıktığını, 
 
Eminönü Belediye Başkanı Ahmet ÇETİNSAYA’nın yeğeninin öldürülmesi olayı ile hiç 
bir ilgisinin olmadığını, orada beraber yargılandıkları insanların sonradan 
kendilerine polis tarafından aldatıldıklarını söylediklerini 
belirtmiştir.(Ek:220) 
 
48- ABDÜLGANİ KIZILKAYA 28.02.1997 tarihli ifadesinde; 1966 
Urfa-Siverek doğumlu, ilkokul mezunu, Aşiret içinde resmi korucu, Sedat BUCAK’ın 
da yakın akrabası ve özel koruması olduğunu, 4 yıldır beraber olduklarını, 
 
Susurluk kazası olduğunda Sedat BUCAK’ı arkadan takip ettiklerini, kazadan 4-5 
dakika sonra olay mahalline vardıklarında, arabanın kamyonun altında olduğunu, 
halatla vatandaşın yardımı ile 15 dakikalık bir uğraştan sonra arabayı kamyonun 
altından çıkardıklarını, Sedat Beyi ve cesetleri de ancak ondan sonra 
çıkarabildiklerini, hatta Sedat Beyin öldüğünü sandığını, asfaltın üzerine 
uzattığını, Sedat Beyin burada konuşmasına imkân olmadığını, “Silahımı verin, 
tabancamı verin” sözünü hastanede söylediğini, 
 
ARENA’da yayınlanan resimde ise arabanın kamyonun altında olduğunu, demekki 
birilerinin kendilerinden önce olay yerine vararak resimleri çektiklerini, 
silahları da arabanın arka koltuğuna onların koymuş olabileceğini, (bunlar 
üzerindeki parmak izlerinin rahatlıkla kontrol edilebileceğini ve kime ait 
olduğunun anlaşılabileceğini) çünkü arabayı kendisinin hazırladığını, arka 
koltukta silah görmediğini, yalnız arabanın arkasından milletvekillerine verilen 
Sedat BUCAK’a ait çantanın düştüğünü, bu çantayı aldığını, Balıkesire giderken 
ve İstanbul’da havaalanında da bu çantanın elinde olduğunu, bunun resimlerde de 
göründüğünü, bu çantada Sedat Beyin kimliği ile 230 milyon liranın bulunduğunu, 
zaten bu parayı çantaya beyaz bir poşet içinde kendisinin koyduğunu, çantadan 
başka bir şey almadığını, 
 
Sedat BUCAK’ın M-16 ve MP-5 marka ve başka hertürlü silahının olduğunu, bunların 
devletin verdiğini, arabada bu silahların mermilerinin de olduğunun 
söylendiğini, peki mermileri varsa, susturucu varsa da silahların nerede 
olduğunu, Eğer Sedat BUCAK’a ait silah olduğunu bilseydi rahatlıkla kendisine 
ait olduğunu söyliyeceğini, 4 yıl yatıp çıkacağını, ancak kesinlikle böyle bir 
şey olmadığını, kendisinin silah, susturucu falan görmediğini, 
 
Mehmet ÖZBAY’ı 1,5 yıldır Sedat BUCAK’ın yanına gelip gittiği için tanıdığını, 
ancak Abdullah ÇATLI olarak bilmediğini, esasen Abdullah ÇATLI’nın kim olduğunu 
da bilmediğini, bu kişinin Siverek’e, Ankara’ya Sedat Beyin yanına geldiğini, 
İstanbul’da da görüştüklerini, kendisinin bol içki kullandığını, ancak kokain 
falan kullanmadığını, daha doğrusu bilmediğini, 
 
Hüseyin KOCADAĞ’ın cebinden okunmuş toprak çıktığını, bunun toz esrar olarak 
kamuoyuna sunulduğunu, 
 
Sami HOŞTAN’ı tanıdığını, Kazadan önce İstanbul’da görüştüklerini ve yurt dışına 
Galatasaray’ın maçına gittiğini, kendilerini takip etmesinin mümkün olmadığını, 
ancak telefonla görüştüklerini , 
 
Kendilerini kimsenin takip ettiklerinden şüphelenmediklerini, ancak İzmirde 
Otelde kendisine “Gani Dikkatli olun” dediğini, oradan Kuşadasına geçtiklerini, 
genelde yolda her arabadan şüphelendiklerini, 
 
Ali ÇÖRÜ’yü de tanıdığını, maça gelirken görüştüklerini, ancak Ankara’ya Sedat 
Beyin yanına gelmediğini, 
 
Gonca US’u Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü, 
 
Ahmet BAYDAR’ı tanımadığını, 
 
Sedat BUCAK’ın Susurluk Kazasında beraber olduğu kişilerle daha önce hep 
birlikte beraber olduklarını görmediğini belirtmiştir.(Ek:221) 
 
49- MUSTAFA ALTINOK 28. 02.1997 tarihli ifadesinde; 1960 Yozgat 
doğumlu, Sorgun Lisesi mezunu, 1985’de Sorgun Lisesi mezunu, evli, 3 çocuklu 
olduğunu, okuldan mezun olduktan sonra 1985 sonundan itibaren Başbakanlık’da 
koruma memuru olarak göreve başladığını, 1987 yılında Gölbaşına Özel Harekat 
kursuna gittiğini, kurstan sonra 1987 onuncu ayında Şanlıurfa’ya gittiğini, 
1990’a kadar burada kaldığını, şark dönüşü İstanbul Terörle Mücadele 
Müdürlüğünde göreve başladığını, 6 ay öncesine kadar burada görev yaptığını, 28 
Ağustos 1996’Da Sedat BUCAK’ın koruma görevine atandığını, 
 
Susurluk Kazası öncesi Ankara’dan İstanbul’a gittiklerini, kendisinin 15 gün 
evinde kaldığını, buradan Yalova’ya geçtiklerini, maç seyrettiklerini, sonra 
Burhaniye’ye gittiklerini, bir arsaya baktıklarını, oradan İzmir’e gittiklerini, 
İzmir’de 2 gün, Kuşadasında 2 gün kaldıklarını, dönüşte malum kazanın olduğunu, 
 
Gidiş ve dönüşte kendilerini takip eden kimseyi görmediğini, hissetmediğini, 
arkadaşlarının da hissetmediklerini, 
 
Kazadan 5 dakika sonra olay yerine geldiklerini, yaralı ve ölüleri çıkarmaya 
çıkarmaya çalıştıklarını, bu sırada arabadan Sedat BUCAK’ın, Mehmet ÖZBAY’ın ve 
Hüseyin KOCADAĞ’ın zati silahları dışında bir silah çıkmadığını, başka hiç bir 
silah ve mermi görmediğini, arabadan hiçbir şey almadığını, para çantasını 
Gani’nin almış olabileceğini, kaza yerine vardıklarında arka bagajın açık 
olduğunu, ama silah falan görmediğini, yaralıları kurtardıktan sonra arabanın 
yanında Enver’in kaldığını, 
 
Abdullah ÇATLI’yı bir yıl kadar önce Ayhan ÇARKIN’ın yanında Mehmet ÖZBAY olarak 
tanıdığını, kendisinden hiç şüphelenmediğini, çünkü adamın taşıma ruhsatlı 
silahı olduğunu, uçaklara bindiğini, büyük adamlarla, mesela milletvekilleri ile 
görüştüğünü, kendisini Emniyet Müdürlüğünde, Müdür odasında, koridorda, bahçede, 
yolda gördüğünü, 
 
Sami HOŞTAN’ı da Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü, 
 
Ali Fevzi BİR’in ismini bu olaylardan sonra duyduğunu, 
 
Ömer Lütfi TOPAL’ı hiç tanımadığını, TOPAL cinayetinde sanık olmadığını, o gün 
nöbetçi ekiple görevde olduğunu, arkadaşlarına da çok güvendiğini, onlara kefil 
olduğunu, onların böyle bir cinayeti işleyceklerine ihtimal vermediğini, buna 
inanmadığını, 
 
Mehmet ÖZBAY’ın kokain kullandığını sanmadığını, çok düzenli, kibar, efendi, iyi 
bir insan olduğunu, O’nun tetik çekecek bir insan olduğuna inanmadığını, duyunca 
çok şaşırdığını, iş sahibi olduğunu, iş yerine bir defa gittiğini, orada ortağı 
Ahmet BAYDAR’ı da gördüğünü, 
 
Kendilerinin çete kurmakla suçlandığını, Sedat BUCAK’ın yanına gideli 3 ay 
olduğunu, 3 ayda çete kurulamıyacağını, Ayhan ÇARKIN’la beraber, ama ayrı ayrı 
timlerde çalıştıklarını, bazı nokta operasyonlarda müşterek görev yaptıklarını, 
bu operasyonlarda kesinlikle sivil kişilerin bulunmadığını, Güneydoğuda da 
Jandarma bölgesinde görev yaptıklarını, yüzlerini de kapatmadıklarını, faili 
mechul olaylarda ölenlerin bu operasyonlarda ölmediğini, bu operasyonlar 
yüzünden DEV-SOL tarafından evine gelindiğini, öldürülmek istendiğini, 
 
İbrahim ŞAHİN’in Sami ile, yahut Ömer Lütfi TOPAL’la bir ilişkisinin 
olamıyacağını, İ.ŞAHİN ve Korkut EKEN’in Özel Harekat Kursunda hocaları 
olduğunu, onları çok iyi ve dürüst olarak bildiğini, 
 
1991 yılında Hasan Paşa olayından dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde 
yargılandıklarını, bu olayda içeridekilere teslim olun dediklerini, ancak “Biz 
faşistlere teslim olmayız” dediklerini, slogan attıklarını, silahlı çatışma 
olduğunu, bir arkadaşlarının yaralandığını, içerde beraat ettiklerini, daha 
sonra İnsan Hakları Mahkemesinde dava açıldığını ve devam ettiğini belirtmiştir. 
(Ek:222) 
 
49- MUSTAFA ALTINOK 28. 02.1997 tarihli ifadesinde; 1960 Yozgat 
doğumlu, Sorgun Lisesi mezunu, 1985’de Sorgun Lisesi mezunu, evli, 3 çocuklu 
olduğunu, okuldan mezun olduktan sonra 1985 sonundan itibaren Başbakanlık’da 
koruma memuru olarak göreve başladığını, 1987 yılında Gölbaşına Özel Harekat 
kursuna gittiğini, kurstan sonra 1987 onuncu ayında Şanlıurfa’ya gittiğini, 
1990’a kadar burada kaldığını, şark dönüşü İstanbul Terörle Mücadele 
Müdürlüğünde göreve başladığını, 6 ay öncesine kadar burada görev yaptığını, 28 
Ağustos 1996’Da Sedat BUCAK’ın koruma görevine atandığını, 
 
Susurluk Kazası öncesi Ankara’dan İstanbul’a gittiklerini, kendisinin 15 gün 
evinde kaldığını, buradan Yalova’ya geçtiklerini, maç seyrettiklerini, sonra 
Burhaniye’ye gittiklerini, bir arsaya baktıklarını, oradan İzmir’e gittiklerini, 
İzmir’de 2 gün, Kuşadasında 2 gün kaldıklarını, dönüşte malum kazanın olduğunu, 
 
Gidiş ve dönüşte kendilerini takip eden kimseyi görmediğini, hissetmediğini, 
arkadaşlarının da hissetmediklerini, 
 
Kazadan 5 dakika sonra olay yerine geldiklerini, yaralı ve ölüleri çıkarmaya 
çıkarmaya çalıştıklarını, bu sırada arabadan Sedat BUCAK’ın, Mehmet ÖZBAY’ın ve 
Hüseyin KOCADAĞ’ın zati silahları dışında bir silah çıkmadığını, başka hiç bir 
silah ve mermi görmediğini, arabadan hiçbir şey almadığını, para çantasını 
Gani’nin almış olabileceğini, kaza yerine vardıklarında arka bagajın açık 
olduğunu, ama silah falan görmediğini, yaralıları kurtardıktan sonra arabanın 
yanında Enver’in kaldığını, 
 
Abdullah ÇATLI’yı bir yıl kadar önce Ayhan ÇARKIN’ın yanında Mehmet ÖZBAY olarak 
tanıdığını, kendisinden hiç şüphelenmediğini, çünkü adamın taşıma ruhsatlı 
silahı olduğunu, uçaklara bindiğini, büyük adamlarla, mesela milletvekilleri ile 
görüştüğünü, kendisini Emniyet Müdürlüğünde, Müdür odasında, koridorda, bahçede, 
yolda gördüğünü, 
 
Sami HOŞTAN’ı da Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü, 
 
Ali Fevzi BİR’in ismini bu olaylardan sonra duyduğunu, 
 
Ömer Lütfi TOPAL’ı hiç tanımadığını, TOPAL cinayetinde sanık olmadığını, o gün 
nöbetçi ekiple görevde olduğunu, arkadaşlarına da çok güvendiğini, onlara kefil 
olduğunu, onların böyle bir cinayeti işleyceklerine ihtimal vermediğini, buna 
inanmadığını, 
 
Mehmet ÖZBAY’ın kokain kullandığını sanmadığını, çok düzenli, kibar, efendi, iyi 
bir insan olduğunu, O’nun tetik çekecek bir insan olduğuna inanmadığını, duyunca 
çok şaşırdığını, iş sahibi olduğunu, iş yerine bir defa gittiğini, orada ortağı 
Ahmet BAYDAR’ı da gördüğünü, 
 
Kendilerinin çete kurmakla suçlandığını, Sedat BUCAK’ın yanına gideli 3 ay 
olduğunu, 3 ayda çete kurulamıyacağını, Ayhan ÇARKIN’la beraber, ama ayrı ayrı 
timlerde çalıştıklarını, bazı nokta operasyonlarda müşterek görev yaptıklarını, 
bu operasyonlarda kesinlikle sivil kişilerin bulunmadığını, Güneydoğuda da 
Jandarma bölgesinde görev yaptıklarını, yüzlerini de kapatmadıklarını, faili 
mechul olaylarda ölenlerin bu operasyonlarda ölmediğini, bu operasyonlar 
yüzünden DEV-SOL tarafından evine gelindiğini, öldürülmek istendiğini, 
 
İbrahim ŞAHİN’in Sami ile, yahut Ömer Lütfi TOPAL’la bir ilişkisinin 
olamıyacağını, İ.ŞAHİN ve Korkut EKEN’in Özel Harekat Kursunda hocaları 
olduğunu, onları çok iyi ve dürüst olarak bildiğini, 
 
1991 yılında Hasan Paşa olayından dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde 
yargılandıklarını, bu olayda içeridekilere teslim olun dediklerini, ancak “Biz 
faşistlere teslim olmayız” dediklerini, slogan attıklarını, silahlı çatışma 
olduğunu, bir arkadaşlarının yaralandığını, içerde beraat ettiklerini, daha 
sonra İnsan Hakları Mahkemesinde dava açıldığını ve devam ettiğini belirtmiştir. 
(Ek:222) 
 
51- BURHANETTİN BİGALI 02.03. 1997 tarihli ifadesinde; 1927 
Bergama’nın Göçbeyli nahiyesinde doğduğunu, 13 yaşında Konya askeri Ortaokulu’na 
gittiğini, 1947’de Harbiye’yi, 1959’da Harp Akademisini bitirdiğini, 1972 
yılında General olduğunu, İstanbul Garnizon Kurmay Başkanlığı, Harp Akademileri 
Kurmay Başkanlığı, Erzurum’da Tümen Komutanlığı, Kara Kuvvetleri İstihbarat 
Başkanlığı, Genelkurmay Sıkıyönetim ve Koordinasyon Başkanlığı ve 6. Kolordu 
Komutanlığı görevlerinden sonra 
 
1981 yılında MİT müsteşarı olduğunu 1986 yılı Ağustos ayına kadar 5 yıl bu 
görevde kaldığını,Orgenaral olarak 2. Ordu Komutanlığı ve arkasından da Jandarma 
Genel Komutanlığı görevlerinde bulunduktan sonra 1990 yılında emekli olduğunu, 
 
MİT Kanununa göre; “MİT’in görevinin, T.C.’nin ülkesiyle, milletiyle 
bütünlüğüne, varlığına, bağımsızlığına, güvenliğine, anayasal düzenine ve millî 
gücünü meydana getiren bütün unsurlara karşı, içten ve dıştan yöneltilen mevcut 
ve muhtemel faaliyetler hakkında millî güvenlik istihbaratınıdevlet çapında 
oluşturmak, bunları Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve Milli 
Güvenlik Kurulu ile gerekli kuruluşlara bildirmek” olduğunu, 
 
Çeşitli Kamu kurum ve kuruluşlarının yukarıdaki bağlamda elde ettikleri 
bilgileri MİT’e bildirmelerinin gerekli olduğunu, bu bilgilerin bir havuzda 
toplanmasının gerektiğini, 
 
MİT Kanununa göre; “ MİT müşteşarının başkanlığında Bakanlıklar ve diğer kurum 
ve kuruluşlar arasında yukarıda belirtilen görev ve yükümlülüklerin yerine 
getirilmesiyle ilgili koordinasyon sağlanması ve istihbarat çalışmalarının 
yönetilmesinde temel görüşler oluşturmak üzere Milli İstihbarat Koordinasyon 
Kurulu’nun oluşturulduğunu, bu kurulun her üç ayda bir toplanması gerektiğini”, 
 
Kendi döneminde Koordinasyon Kurulunu hep topladığını, Oysa bugün bunun sağlıklı 
şekilde yapılamadığını, kurumlar arasında, özellikle Emniyet, Jandarma ve MİT 
arasında kopukluk olduğunu, MİT’in gelen bilgileri değerlendirerek icra etmek 
üzere yine emniyete verdiğini, 
 
MİT’in öcü olmadığını, millî bir kuruluşumuz olduğunu, Başbakanın, bakanların bu 
kuruluştan brifing alması gerektiğini, bu kurumu tanımaları ve yardımcı olmaları 
gerektiğini, MİT’in dışarıya gidecek büyükelçilere brifing verdiğini, onların 
teröre karşı, mesela Asala eylemlerine karşı nasıl hareket edeceklerini 
anlattığını, dış temsilciliklerimizin korunması için gerekli tedbirleri 
aldığını, ayrıca dış temsilciliklerimizin sık sık kontrol edildiğini, bir sürü 
dinleme cihazı vs. bulunduğunu, MİT’in ihtiyaç duyduğu elekronik, teknik 
cihazlarla donatılması gerektiğini, Avrupa’daki Türk varlığını, dış 
temsilciliklerimizi korumak için çevre kuşak ülkelere dikkat etmek, istihbaratı 
daima güncel tutmak gerektiğini, 
 
30 Kasım 1983 tarihi itibariyle 195 Asala eylemi olduğunu, 56 kişinin hayatını 
kaybettiğini, bunlardan 39’unun Türk olduğunu, 
 
Bu Asala eylemlerine karşı siyaseten dost ülkelerin istihbarat teşkilatları ile 
işbirliği yaptıklarını, ayrıca bu devletlere bir gün bu eylemlerin kendilerine 
zarar vereceğini anlattıklarını, nitekim ölen insanların 17’sinin çeşitli 
yabancı ülke vatandaşları olduğunu, bu ülkelerin zarar gördüğünü, ayrıca Türkiye 
ile ticari münasebeti olan ülkelerin bunları desteklememeleri için 
uyardıklarını, ayrıca Ermeniler içinde de bu eylemlerden rahatsız olan insanlar 
olduğunu, siyasî platformda da bunların haklılıklarını isbat edemediklerini, ve 
sonuçta Ermeni terörünün sona erdiğini, kısmen de bu işi PKK’nın sürdürdüğünü, 
 
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin teröre terörle mukabele etmediğini, Abdullah 
ÇATLI ismini MİT müsteşarı olduğu dönemde hiç duymadığını, böyle bir kişinin MİT 
tarafından Asala’ya karşı kullanılmasının asla sözkonusu olmadığını, Müsteşarın 
bilgisi olmadan alt düzeyde birilerinin de böyle bir şey yapmalarının mümkün 
olmadığını, MİT’in kişilere pasaport verme görevi olmadığını, dolayısiyle bu 
kişilere pasaport falan vermediğini, kendilerinin Asala terörüne karşı dış 
temsilciliklerde sadece pasif koruma tedbirleri aldıklarını, 
 
Kendi döneminde ne dışarıda, ne de içeride bir takım sağ ve sol militanların, 
Abdullah ÇATLI gibi, Oral ÇELİK gibi kimselerin tetikçi olarak kullanılmadığını, 
istihbarat haricinde herhangi bir operasyonda sivil kişilerin kullanılmadığını, 
bunun mümkün olmadığını, bu kişilerin kendileri tarafından korunmadığını, 
 
MİT Müsteşarı iken MİT bünyesinde silah kaçakçılığı, uyuşturucu kaçakçılığı gibi 
teröre destek veren işlerle ilgilenmek üzere Kaçakçılık Dairesinin kurulduğunu, 
bunun sebebinin 12 Eylül’de çok sayıda silah yakalandığını, yani terörü silah 
kaçakçılığının desteklediğini, O’nu da uyuşturucu kaçakçılığının desteklediğini 
belirlediklerini, bunun sonucunda 1984 yılında uyuşturucu kaçakçılığına bulaşan 
Mafya Babaları operasyonu yaptıklarını, Dündar KILIÇ, Behçet CANTÜRK gibi 
insanların sorgulandıklarını, haklarında fezleke düzenlendiğini ve adli 
makamlara sevkedildiğini, sonucunun ne olduğunu bilmediğini, Mehmet EYMÜR’ün bu 
Kaçakçılık Dairesinin başına getirildiğini, bu kişinin çok çalışkan birisi 
olduğunu, konusu ile ilgili sorgulamalara katıldığını, 
 
Dündar KILIÇ ve benzeri babaların MİT içindeki, kamudaki insanlarla, (Örneğin 
iddia edildiği gibi, MİT İstanbul Bölge Eski Müdürü Nuri GÜNDEŞ ile yahut 
İstanbul Emniyet Eski Müdürü Şükrü BALCI ile ) ilişki içinde olduklarına dair 
bir bilgisi olmadığını, buna inanmanın da mümkün olmadığını, 
 
Mehmet EYMÜR’ün 1987 yılında yayınladığı çeşitli devlet görevlileri hakkındaki 
Raporun kendisinden sonra olduğunu, sonucunda da MİT’ten ihraç edildiğini, 
sonradan nedenini bilmediği bir şekilde geri alındığını, 
 
Korkut EKEN’in kendi zamanında MİT’te olmadığını, sonra yarbay olarak bir dönem 
Mehmet EYMÜR’le birlikte MİT’te çalıştığını, bu rapor dolayı sonra ikisinin 
birlikte uzaklaştırıldığını, halen Emniyet Genel Müdürlüğü danışmanı olarak 
çalıştığını duyduğunu, 
 
Kendi MİT Müsteşarlığı döneminde Nuri GÜNDEŞ hakkında Dündar KILIÇ’la ilişkisi 
olduğuna dair bazı iddialar olduğunu, daha üst görevli kimselerden oluşan bir 
komisyonla hakkında tahkikat yaptırdığını, katiyen böyle bir şey olmadığına dair 
rapor verdiklerini, iddiaların tamamen yanlış olduğunu, Mehmet EYMÜR’ün Nuri 
GÜNDEŞ hakkındaki iddialarının birtakım şahsi husumetlerden kaynaklandığını, 
Nuri GÜNDEŞ’le ilgili olarak Dündar KILIÇ’ın verdiği bilgilerin ortadan 
kaldırıldığı iddialarının doğru olmadığını, 
 
JİTEM diye bir kuruluşun kendi Jandarma Komutanlığı döneminde kurulmadığını, 
kendisinin 1990 yılında emekli olduğunu, bunun 1993 yılından sonra ortaya 
çıktığını, arkadaşlarına sorduğu zaman da böyle bir şeyin olmadığını ifade 
ettiklerini, 
 
Mehmet Ali AĞCA’nın 1982 yılında askeri cezaevinden kaçırılması sırasında MİT’te 
görevli olduklarını, ancak o günlerde işlerinin çok yoğun olduğunu, bu nedenle 
Başbakanlıktan özel bir emir de verilmediği için bu konu ile ilgilenmediklerini, 
bu tip cezaevi firarlarının herzaman olduğunu, hapishanelerin iç ve dış 
güvenliklerinin ayrı ayrı Bakanlıklarda olmasının bunda rolü olduğunu, 
 
PKK’nın Ankara’daki İstanbul’daki örgütlenmesine karşı istihbari çalışmaların ve 
diğer tedbirlerin iyi olduğu kanaatında olduğunu, 
 
İstihbarat Teşkilatının kanuni prosedür içinde alelusul şunu bunu dinleme 
yetkisinin olmadığını, önemli bir hedefi,bir örgüt mensubunun ancak savcılığın 
müsaadesi alınarak dinlenebileceğini, ancak şimdi birçok kişinin elinde dinleme 
cihazının olabileceğini, buna karşı tedbir alınması gerektiğini, örneğin bu 
komisyonun dinlenmemesi için MİT’ten uzman çağrılarak kontrol 
yaptırılabileceğini, bir parti lideri dinlendiğini iddia ediyorsa, O’nun da 
çağırıp uzmanlara kontrol ettirebileceğini, 
 
MİT’te görev yapan kişilerin siyasî görüşlerinin, ideolojilerinin görevlerini 
etkilememesi gerektiğini, bazı siyasî kişilerin MİT elemanlarını MİT 
Müsteşarının bilgisi dışında ayrı bir yapılanma içinde, mesela Asala’ya karşı 
kullanmalarının kendi döneminde olmadığını, siyasîlerden böyle bir direktif 
almadığını, şimdi de olmaması gerektiğini, varsa bilemiyeceğini, 
 
MİT’in Tarık ÜMİT gibi yasadışı işlere bulaşmış, uyuşturucu kaçakçılarını 
istihbari amaçla kullanmasının, istihbarat alınması karşılığında onların 
yasadışı eylemlerine göz yumulmasının, hatta yardımcı olunmasının asla doğru 
olmadığını, bunun mümkün de olmadığını, kendi zamanında da sureti katiyede böyle 
bir şeyin olmadığını, 
 
MİT’in sivilleşmesini, yani başına sivil bir insanın gelmsini doğru bulmadığını, 
çünkü yabancı birisinin teşkilatı tanıyıncaya kadar uzun zaman geçeceğini, oysa 
askeri birimlerde benzeri istihbari birimler olduğundan asker kişilerin konuya 
yabancı olmadığını, örneğin kendisinin Kara Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı 
yaptığını, 
 
MİT’in bazı bilgileri bağlı olduğu siyasî kişilere vermediği iddiasına 
katılmadığını, Başbakanlar ne zaman isterlerse MİT’ten bilgi alabileceklerini, 
Milletvekillerinin de Başbakan’ın izniyle brifing alabileceğini, ABD’de CİA 
Başkanının hergün konutundan çıkarken Dışişleri Bakanının arabasına binerek 
işyerine varıncaya kadar son 24 saat içinde dünyada olan gelişmeleri 
bildirdiğini, bunun bizde de olabileceğini, 
 
Çeşitli basın organlarında zaman zaman MİT kaynaklı olduğu iddia edilen rapor, 
etüd veya bilgi notlarının çoğu zaman gerçeği yansıtmadığını, ancak MİT’in 
kendini tanıtmak amacıyla kamuoyunu aydınlatmasını doğru bulduğunu, herkesin bu 
millî kuruluşumuzu tanıması gerektiğini, 
 
PKK terörüne karşı askerin yetersiz olduğu iddiasıyla Özel Harekat Polisinin 
aşırı derecede güçlendirilmesine karşı olduğunu, bunun zaman içinde kontrolden 
çıkabileceğini, askerdeki disiplini bunlarda sağlamanın çok zor olduğunu, 
yalnızca askerin yaptığı çevirme harekatından sonra yakın operasyon için özel 
komando eğitimi almış sınırlı sayıda Özel Harekat Timinin bulundurulmasının 
yeterli olacağını belirtmiştir.(Ek:224) 
 
52- HÜSEYİN OĞUZ 18.02.1997 tarihli ifadesinde; 
 
1959 Edirne İpsala doğumlu olduğunu, daha sonra nüfusunu İzmir Karaburun Merkez 
Mahallesine aldırdığını, Baba adı Mehmet, ana adı Havva olduğunu, halen Elazığ 
İl Jandarma Komutanlığı Merkez Bölüğü personel İşlem Astsubayı olarak 
çalıştığını, 
 
1977 yılında Astsubay Okulunu bitirdiğini, 1977-1981 arasında Diyarbakırda görev 
yaptığını, önce 1977-1979 arasında Kulp’ta, 1979-1981 arasında Ergani’de 
çalıştığını, 
 
1981 yılında Ergani Kesantaş Köyü matematik öğretmeni, Afyon Kırali 
Kasabası’ndan 
 
babası Adalet Partisi İlçe Başkanı olan ve okulda kürtçe konuşulmasına, şarkı 
söylenmesine karşı olan Kadir ismindeki öğretmenin Ergani-Afyon yolunda otobüs 
içinde bıçaklanarak öldürüldüğünü, bunun Kesantaş Köyünden Şaban ismindeki 
failini kendisinin bulduğunu, 
 
1981-1983 arasında Bursa’da 6 ay komando’da çalıştığını, 1982’de Sorgu’ya 
geçtiğini, 
 
1983-1986 yıllarında Kars’ta çalıştığını, bu sırada 1984 yılında 3 ay 10 gün 
faili mechullerle ilgili sorgu kursuna katıldığını (Babası Faili Mechul gittiği 
için bu konuda hobisi olduğunu), burada herhangi bir terör ya da faili mechul 
olayı hatırlamadığını, 
 
1986-1993 yıllarında Uşak İl Jandarma’da sorgu kısım amiri olarak çalıştığını, 
narkotik sorumluluğuna baktığını, burada Dev-Sol içindeki bir hesaplaşma 
dolayısıyla Ulubey İlçesinin Büyükkayalı köyüne atılan 1 ceset dışında önemli 
bir olay olmadığını, 
 
1993-1996 yıllarında (1 Temmuz 1996 tarihine kadar) Malatya İl Jandarma’da sorgu 
görevinde çalıştığını, 
 
Malatya’da görev yaparken 1996 yılında Elazığ-Malatya arasındaki Kömürhan 
Köprüsünün yakınında 20-25 yaşlarında genç bir erkekle genç bir bayan cesedinin 
bulunduğunu, her ikisinin de ellerinin arkadan bağlı olduğunu ve enselerinden 
vurulduğunu, olay yerinde 9 mm. Makina Kimya Mermileri olduğunu, erkeğin 
ayaklarının çıplak olduğunu, ayakkabılarının kendine ait olmadığını tesbit 
ettiklerini, her ikisinin de temiz giyimli, erkeğin ttraşlı olduğunu, bayanın da 
bakire kız olduğunu ve iç çamaşırlarının dahi çok temiz olduğunu, bunlardan 
hareketle bu olayın başkası tarafından değil, kesinlikle güvenlik güçleri 
tarafından gerçekleştirilmiş bir İNFAZ olduğu kanaatine vardıklarını, örgüt işi 
olsaydı, örgütün maktülün ayağına “Ajan veya provakatörün sonu budur” gibi bir 
bildiri bırakacağını, 
 
Maktullerin kimliklerini tesbit etmek için olay yerinde çektiği resimleri basına 
verdiğini, kızın babasının resmi gazetede görerek kendilerini aradığını ve 
Malatya’ya geldiğini, cesedi morgta teşhis ettiğini, adamın Mersin Gülnar 
ilçesinde ayakkabı tamircisi ve fakir bir aile oluduğunu, kızın Dicle 
Üniversitesi Yabancı Diller bölümünde öğrenci olduğunu, herhangi bir olayla 
ilgisinin olmadığını, 
 
Erkeğin ise; Diyarbakır Silvan nüfusuna kayıtlı olup Sivas’ta 2 yıllık yüksek 
okulu bitirdiğini, Diyarbakır’da iş ararken kızla tanıştıklarını, güvenlik 
güçlerince gözaltına alındığına dair bir kaydının olmadığını, 
 
Diyarbakır’daki sistemi bildiğini, buna göre bir kişinin bu şekilde öldürülmesi 
için kürt kökenli olması ve PKK’ya MÜZAHİR olmasının (yani PKK’ya hafif bir 
sempatisinin olmasının) yeterli olduğunu, kendini devlet yanlısı tanıtan birinin 
“Falan PKK yanlısıdır” gibi bir ihbarı üzerine adamın özel harekatçı kıyafetiyle 
evinden alındığını ve 2-3 kişilik infaz ekibi (Tetik Timi) tarafından infaz 
yapıldığını, buna İstihbarat biriminin karar verdiğini, ancak son zamanlarda 
infazların durduğunu, 
 
Bu kişinin de bu sisteme göre tahminen müzahir olması nedeniyle yanındaki kızla 
beraber Diyarbakır ekiplerince gözaltına alındığını, onlar gözaltındayken başka 
bir infaz olayına tanık olduklarından bu tanıkları yok etmek için infaz edilmiş 
olabilirler diye değerlendirdiğini, çünkü o sırada 5 kişinin daha Diyarbakır’da 
atıldığını bildiğini, ayrıca bu kişileri polisin gözaltına aldığının da kesin 
olduğunu, kızın bir arkadaşının ailesine telefon ederek yurda gelmediğini 
bildirdiğini, 
 
AyrıcaDiyarbakır’la cesetlerin bulunduğu yer arasında 11-12 tane kontrol 
noktasının bulunduğunu, güvenlik güçlerinden başka kimsenin bu noktaları 
yanındaki bu kişilerle veya cesetlerle geçmesinin mümkün olmadığını, ceset 
bırakılan yerin güvenlik amirinin de normalden bu işten haberdar olmasının 
gerektiğini, ancak Malatya’da fazla güvenlik görevlisi olmadığını da düşünerek 
cesetleri Malatya’ya, Jandarma bölgesine bıraktıklarını, 
 
Olayı araştırmak üzere İl Merkez Bölük Komutanı Üsteğmen Abdullah KAYA ile 
Kriminalci Uzman Çavuş Ergun KAYAKAYA ve Ali Başçavuşun Diyarbakır’a 
gittiklerini, kendisinin gitmek istemediğini ve gitmediğini, bu ekibin polis ve 
jandarmaya uğradıklarını, adı geçen kişilerin (maktüllerin) poliste gözaltına 
alındıklarını öğrendiklerini, ancak burada kendilerine; “Sizin ne işinize 
geliyor, bunun sizinle alakası yok, çekin gidin görevinize” dendiğini, böylece 
hiç bir evrak almadan ,hiç bir işlem yapmadan geri geldiklerini, onlara “İyi ki 
sizi de infaz etmemişler” dediğini, olayın böylece kaldığını, 
 
Yeşil ve Veli KÜÇÜK : 
 
YEŞİL’in aslen Bingöl Solhan Asmakaya Köyü nüfusuna kayıtlı, 1953 doğumlu Salih 
oğlu Mahmut YILDIRIM olduğunu, Sakallı diye anılan işinin de aynı şahıs 
olduğunu, çocukluğunun Elazığ’da geçtiğini, 1982 yılında Ülkü Ocakları 
davasından Elazığ Polisince gözaltına alındığını, “Devletin manevi şahsiyetine 
hakaret ve Polis Memuruna hakaret”ten 2 fişi bulunduğunu, kendisini gördüğünü, 
uzun boylu, 1,85 boyunda, esmer bir şahıs olduğunu, çok zengin olduğunu, 
 
Yeşil’in önce polisle birlikte çalıştığını, daha sonra Cem ERSEVER’le tanışarak 
JİTEM’de çalışmaya başladığını, O’nunla birlikte Suriye’ye gidip geldiğini, 
Jandarma istihbarat birimlerinden herkesin yeşili tanıdığını, Yeşil’in Emniyet 
ve Jandarma teşkilatlarına rahat girip çıktığını, hatta bazan kapıda 
karşılandığını, Kürtçe bildiği için herkesle rahat dialog kurduğunu, Çatlı’dan 
da önemli ve üstte bir adam olduğunu, bilhassa Jandarma’da çok önemli olduğunu, 
Çatlı ile de ülkücülükten dolayı birbirlerini tanıdığını, ayrıca Jandarma’da da 
ülkücü olanların olduğunu, bunlar arasında da ilişki olduğunu, Yeşil’in Korkuut 
EKEN’i de Sedat BUCAK’ı da, hatta Mehmet AĞAR’ı da tanıdığını, hatta Mehmet 
AĞAR’ın “Bu adamı öldürün” diye emir de verdiğini, 
 
Yeşil’le irtibatı olanların Ankara’da Cinnah Caddesinde Kumarhane veya Birahane 
gibi herkesin girip çıkmadığı bir yerde buluştuklarını, 
 
Tuğgeneral Veli KÜÇÜK’ün de Yeşil’i çok iyi tanıdığını, beraber çalıştıklarını, 
Yeşil’in Veli KÜÇÜK’ün sözünden çıkmadığını, Veli KÜÇÜK bir zamanlar JİTEM’in en 
kıdemli, en sözü geçen kişisi olduğunu, bu kişiyi tutan kötü insanlar çoğunlukta 
oldukları için general olduğunu, Kocaeli Jandarma Komutanıyken birkaç soruşturma 
geçirdiğini, ancak bunların kapatıldığını, Veli KÜÇÜK’ün doğudan ayrıldıktan 
sonra da telefonla doğudaki bazı şeyleri yaptığını, Kocaeli Jandarma Komutanı 
olduktan sonra Yeşil’in de İstanbul tarafına kaydığını, bu tarafta da infazların 
başladığını, faili mechullerin arttığını, 
 
1993 yılında Diyarbakır’da birtakım infazlar yapıldığı zaman Yeşil’in de orada 
olduğunu, tetikçi olarak görev yaptığını, Diyarbakırda Vedat AYDIN’ı Yeşil’in 
iki kişiyle Özel Harekatçı elbisesi giyerek evine gidip, “Polis” diyerek 
kaçırdığını, sonra da infaz ettiğini, yanındakilerden birinin Alaattin KANAT 
olabileceğini, bu kişinin de PKK itirafçısı ve tetikçi olduğunu, Ankara açık 
cezaevinden konuşmasın diye kaçırıldığını, belki de infaz edileceğini, Yeşil’in 
Malatya’ya da girmek istediğini, ancak o zamanki Jandarma Alay Komutanı Yaşar 
ERCAN’ın buna izin vermediğini, bir defa Malatya Alay Komutanlığına geldiğini, 
Alay Komutanını sorduğunu, ancak Yaşar Albay’ın kendisini kabul etmediğini, 
kendisinin de orada gördüğünü, 
 
Yeşil’in Alaattin ÇAKICI’yı çok iyi tanıdığını, bir zamanlar İstanbul’da çıkan 
çek-senet mafyasında da olduğunu, çünkü Yeşil’in parasız iş yapmadığını, çok 
parası olduğunu, çok para harcadığını, bekar olduğunu, kadına düşkünlüğü 
bulunduğunu, 
 
Yeşil’in uyuşturucu olayını en iyi yönlendiren kişi olduğunu, TORBACI tabir 
edilen taşıyıcı olduğunu, arabasıyla getirip götürdüğünü, Uyuşturucu’nun 
Yüksekova’da imal edildiğini, sevk yolunun VAN olduğunu ve oradan ayarlandığını, 
İstanbul’da da pazarlanıp satıldığını, Güvenlik güçlerinden zaafı olanların, 
menfaati olanların bu olaya yardımcı olduğunu, bütün bu irtibatları Yeşil’in 
sağladığını, nerede ne kadar güvenlik gücü olduğuna dair istihbaratı da Yeşil’in 
sağladığını, Yeşil’in bankaya yatırdığı 300 bin mark, 50 bin doları Urfa Suruç 
(veya Siverek) nüfusuna kayıtlı Ahmet DEMİR’in çektiğini, 
 
Yeşil’in halen MİT’te çalıştığını sandığını, üç gün önce İstanbul’da MİT 
tarafından sorgulandığını, Sabancı Suikastının tetikçisi DHKP’li İsmail AKKOL’u 
Suriye’den Yeşil’in getirip MİT’e teslim ettiğini, Çünkü Yeşil’in Cem ERSEVER’le 
birlikte Suriye’ye gidip geldiğini, Suriye istihbaratı ile irtibatı olduğunu, 
 
Bütün bu bilgileri Jandarma Genel Komutanlığında istihbaratçı olarak çalışan 
samimi arkadaşlarından şifahi olarak aldığını, 
 
Doğan ERŞAHİN : 
 
Malatya Pötürge Tosunlu Köyü’nden Doğan ERŞAHİN adında Mafyanın çok önemli bir 
adamı olduğunu, bu kişinin halen cezaevinde bulunan İsrailli MOSSAD ajanı 
Gülbahar ATEŞ’in kocası (ve Pötürgeli) olan Celal ATEŞ’in ve İzzet Avni 
ÖZTÜRK’ün de arkadaşı olduğunu, (Celal ATEŞ’in de Hollanda’da öldürüldüğünü) 
 
Doğan ERŞAHİN’in Veli KÜÇÜK Kocaeli Jandarma Komutanı olduğu sırada Kocaeli 
Jandarmasının elinden firar ettiğini, Malatya nüfusuna kayıtlı olduğu için 
olayla ilgilendiğini, Kocaeli Jandarmasını telefonla arayarak Erdoğan EMELCE 
adında bir astsubayla görüştüğünü, O’na “Sizin pisliğinizi biz mi 
temizleyeceğiz, 800 milyon para almışsınız” dediğini, Doğan ERŞAHİN’in adamı 
Mehmet ATEŞ’in annesinden para alınıp sevk sırasında yemekte kaçtığının açık 
olduğunu, Veli KÜÇÜK’ün bu yüzden soruşturma geçirmiş olabileceğini, 
 
Kocaeli Jandarma Komutanı Veli KÜÇÜK’ün kendilerine Doğan ERŞAHİN’in Malatya’ya 
geldiğini, Gülbahar ATEŞ’le konuştuğunu söylediğini ve bu kadının telefonunu 
verdiğini, kendisinin de Gülbahar ATEŞ’le konuştuğunu, kadının kendisine 
“Evladım Doğan ERŞAHİN’i Veli KÜÇÜK koruyor, nerede olduğunu onlar çok iyi 
biliyor, O Malatya’da değil, bana sorma” dediğini, 
 
Doğan ERŞAHİN’in bir tetikçi olduğunu, ilk icraatının bir vatandaşın kafasını 
kesip kahvede masanın üzerine koymak olduğunu, Kocaelinden firar ettikten sonra 
da Yüzbaşı elbisesi ile Malatya’ya gelerek Battalgazi’de evi olan Tekin COŞKUN 
ile görüştüğünü, (Tekin’i polisin çok iyi tanıdığını, çek senet mafyası ile 
uğraştığını, Alaattin ÇAKICI’nın da arkadaşı olduğunu, kendisinin bu adamla 
tanıştığını, evine gittiğini) Battalgazi’de bir vatandaşı evinden çıkardığını ve 
bahçede öldürdüğünü, olayın polis bölgesinde olduğunu, (öldürülen adamın 
akrabası olan Aydın ÖZTÜRK adındaki vatandaşla kendisinin görüştüğünü, hala da 
görüştüğünü), daha sonra Doğan ERŞAHİN’in muhtar olan kardeşinin misilleme 
olarak öldürüldüğünü, bu dosyanın da adliyede faili mechul olarak kaldığını, 
kendilerinin failini bildiğini, polisten bazılarının da bildiğini, ancak 
kanıtlamak istemiyeceklerini, çünkü onların da zarar göreceğini, bu cinayetin 
bir uyuşturucu hesaplaşması nedeniyle işlendiğini, Doğan ERŞAHİN olayıyla 6 ay 
uğraştığını, daha sonra yakalandığını, ancak yine firar ettiğini, bu kişinin 
toplam üç defa firar ettiğini, bir sefer de İstanbul’dan firar ettiğini, bu 
Doğan ERŞAHİN’in zabıta ile genel birlikteliğinden ziyade ferdi bir menfaat 
paylaşımının sözkonusu olduğunu, 
 
Doğan ERŞAHİN’in Yeşille birbirlerini tanımadıklarını, 
 
Genellikle pişmanlık yasasından faydalananların tetikçi olarak kullanıldığını, 
neticede tetiği çekenlerin de infaz edildiğini, bu nedenle faili mechullerin 
yakalanamıyacağını, 
 
HAKKÂRİ : 
 
1 Temmuz 1996’da Hakkâri İl Jandarma Alay Komutanlığı İstihbarat Şube Subay 
Vekill1iğine atandığını, burada kendinden önce Binbaşı İbrahim İÇGÜDER’in görev 
yaptığını, çalışacağı odayı temizlerken çekmecede 2 adet tabanca bulduğunu, 
birinin 14’lü Saddam, diğeri daha önce hiç görmediği bir silah olduğunu, önce 
bir astsubayla kendisi bir tutanak tuttuğunu, sonra tabancaları Komutan 
Yardımcısı Mesut KURU’ya, sonra da Alay Komutanı Necati KILIÇKAYA Albay’a 
götürdüğünü, ancak alay komutanın beklediği tepkiyi göstermeden Arif ÖZKAN 
Başçavuşa gödererek “Buluntu Silah” tutanağı tutturduğunu, kendi tutanağını 
saklıyarak daha sonra Diyarbakır DGM’ne verdiğini, 
 
Alay Komutanından kendi kurs gördüğü alan olan SORGU’da çalışmak istediğini 
söylediğini ve bu konuda ısrar ettiğini, ancak Alay komutanının bunu kabul 
etmiyerek kendini Şemdinli’nin ORTAKLAR KARAKOLU’na sürdüğünü, bu karakolda 
19Temmuz-16 Ağustos tarihleri arasında görev yaptığını, 
 
Bu karakolun 1995 yılında baskına uğradığını ve 17 erin şehit olduğunu, bu 
konuda bir soruşturma yapılmadığını, ancak Bölük Komutanının bu olaydan kendini 
kurtarmak için (Arkadaşı Astsubay Ali ŞEN’in kardeşi olan) Urfa-Viranşehir’li 
Uzman Çavuş Haşim ŞEN’i sorguya çektiğini, O’na işkence yaptığını, hatta cop 
soktuğunu, bunun üzerine adı geçen astsubayın bütün özel eşyalarını da karakolda 
bırakarak firar edip İsviçreye gittiğini, orada MED-TV’ye beyanat verdiğini, 
bunun da ülkemiz aleyhine olduğnu, 
 
Ortaklar Karakolundan Hakkâri İl Jandarma Harekat Asayiş Müdürü Yarbay Adnan 
KESKİN’le birlikte ayrılarak birlikte bir rapor yazdıklarını, yapılması lazım 
gelen şeyleri yazdıklarını, 
 
Buradan Hakkâri-Van-Yüksekova arasındaki üçgende yer alan ve önemli bir kontrol 
noktası olan YENİKÖPRÜ Karakolu’na atandığını, Burada görev yaparken 06 plakalı 
kırmızı bir Opel aracın geçerken askerlerin aramak istediğini, içinde bulunan 
bir Başkomiserin aratmak istemediğini, kendisinin de onlarla münakaşa ettiğini, 
aracın gitmek istediği yönden vazgeçerek Hakkâri’ye geri döndüğünü, bunun 
üzerine kendisinin de 2 gün sonra İl Merkezine bağlı BAĞIŞLI Karakolu’na tayin 
edildiğini, Bağışlı’ya varınca Karakol Komutanının odasında 2 kilo esrar 
bulduğunu, burada 8 gün kaldığını, buradan Hakkâri’ye döndüğünü, 
 
Hakkâri’de daha önce Uşak’ta birlikte çalıştığı için tanıdığı ve Tugay’da 
çalışan, dürüst bir insan olan Yarbay Hami ÇAKIR’a gizlice telefon ettiğini ve 
gördüğü yolsuzlukları anlatarak kendisini Yüksekova’ya aldırmasını istediğini, 
Onun da Paşa’ya söyliyerek 4-5 gün içinde 20 Ekim’de (gerçekte 20 Eylül) 
YÜKSEKOVA’ya tayinini çıkardığını, 
 
Aynı gün Yüksekova’da göreve başlıyarak gözaltında bulunan 37 kişinin sorgusunu 
yaptığını, bunlardan kırsaldan gelen silahlı militan Ferhat DURNA’nın ifadesinin 
önemli olduğunu, Ertesi günü (21 Eylül) Anavatan İlçe Başkanı Tahir BASKIN’ın 
gelerek yeğeni Necip BASKIN’ın kaçırıldığını söylediğini, olayla hemen ilgilenip 
bunun fidye amaçlı olduğunu anladığında korucu ve itirafçılardan şüphelendiğini, 
bunlardan Kahraman BİLGİÇ’i çağırıp da kaçırılırken Necip BASKIN’ın yanında 
bulunan İlhami BASKIN’la yüzleştirilince renginin attığını, bunun üzerine 
Kahraman BİLGİÇ’i hemen sorguya çektiğini, hiç bir işkence yapmadan, çay, sigara 
ikram ederek adamın ifadesini aldığını, 
 
Yüce KARADEMİR Olayı : 
 
Önce üstünü başını boşalttığını, cüzdanından 1000 Irak Dinarının çıktığını, 
defterinde “15 Ağustos 1996 tarihinden itibaren beni ara- Yüce KARADEMİR” 
şeklinde bir not bulduğunu, Yüce KARADEMİR’in kim olduğunu sorduğunu, “Çukurca 
Komanda Taburunda İkmal Astsubayı olduğunu” öğrendiğini, bir itirafçının ikmal 
astsubayı ile ilişkisine anlam veremediği için Onunla ne ilişkisi olduğunu 
sorduğunu, 
 
Kahraman BİLGİÇ’in “kendisinin bu astsubayda 7 adet Lav silahı, Uzi ve bir-kaç 
el bombasının olduğunu, kendisi ile Ankara’da banka soyacaklarını 
planladıklarını, Yüce Astsubayın herşeyi ayarladığını, silahları, elbiseleri 
Ankara’ya götürdüğünü, burada sözlüsünü ayarladığını, bir kaç gün sonra cep 
telefonundan kendisini arayacağını, isterse şimdi de arayabileceğini” 
anlattığını, önce bunlara inanamadığını, sonra bu ifadeleri tutanağa geçirerek 
ve mesaj halinde üst makamlara gönderdiklerini, 
 
Daha sonra bu kişinin Ankara’da tutuklanarak Hakkâri’ye getirildiğini, bunu Van 
askeri savcılığına götürmek üzere kendisinin görevlendirildiğini, Yücel’i 
07.10.1997 tarihinde alarak Van’a götürüp Askeri Savcılığa teslim ettiğini, 
 
Yolda giderken 7 saat süre arabada kendisi ile konuştuğunu, “10.600 markı, 7 
tane tapuyu nereden bulduğunu, bu silahların ne olduğunu sorduğunu”, O’nun da; 
“Çeto isimli bir kaçakçıdan bahsettiğini, Kıdemli Binbaşı Cengiz YILDIRIM’a 
(Halen Yarbay, Jan.Gn. Kom. Sınır Kaçakçılık Şb.Md.) 2 sıfır kaleş, bir M-16, 
16’lı Baretta, 9 mm. verdiğini , bir kaleşi Bayram AKDOĞAN’a (Halen Albay, Niğde 
Alay Komutanı), M-16’yı Hamdi POYRAZ’a verdiğini, bunu Kahraman BİLGİÇ’in de 
doğruladığını, kendisi ikmal subayı olduğu için bunları verebildiğini, ayrıca 
Ramazan ismindeki bir astsubaya 75 milyon karşılığı silah sattığını” 
söylediğini, Ayrıca Yüce KARADEMİR’in özel eşyaları arasında 2 orijinal sıfır 
kaleş, 5 tabanca, bir tane ucuna susturucu takılabilen UZİ marka suikast silahı 
ve 2 çuval askeri malzemeyi ve 10.600 markı teslim aldığını , 
 
Necip BASKIN’ın Kaçırılması : 
 
Daha sonra Necip BASKIN olayını net bir şekilde anlattığını, yüzleştermelerinin 
yapıldığını, buna göre; Komiser Fatih (Fatih ÖZKAN ismindeki polis memuru), 
Kahraman BİLGİÇ, Korucu Kadir (Abdülkerim ÖZCÜK) ve birkaç korucunun Korucubaşı 
Mehmet Emin ERGEN’in evinde toplandıklarını ve bir düzen kurduklarını, önce A 
Köyünde, B Köyünde koyunları kaçırıp Muş’ta satmayı ve parasını kırışmayı, bunun 
için “PKK Kaçırdı” diye propaganda etmeyi planladıklarını, MHP İlçe Başkanı 
Tahir’in de MENŞE’ ŞEHADETNAMESİNİ ayarlayacağını söylediğini, Aynı toplantıda 
BASKIN’lardan birini kaçırmayı, PKK tarafından kaçırılmış süsü verilerek 
alacakları fidyeyi paylaşmayı, sonra da teslim sırasında hem Necip BASKIN’ı hem 
de para getirenleri öldürmeyi, sonra da “PKK ile çatışmada öldürüldüler” demeyi 
planladıklarını, Komşu Köyden Korucubaşı M.Emin ERGEN’in istihbarat çalışması 
yaptığını, (20 Eylül gecesi) Kahraman BİLGİÇ’in PKK militanı kılığında olmak 
üzere, üç polis, üç korucu BASKIN’ların köyüne gittiklerini, Kahraman BİLGİÇ’in 
Necip BASKIN’ın evine girdiğini, yüzünün açık olduğunu, elinde de bir M-16 marka 
silah olduğunu (Örgüt mensuplarında genellikle kaleşnikof olduğunu), odada 
Üniversite öğrencisi Necip BASKIN’la İlhami BASKIN’ın ve bir yaşlı kadınla bir 
çocuğun yattığını, K.BİLGİÇ’in kendisini PKK örgüt üyesi olarak tanıttığını, 
önceden hazırlanmış mühürlü imzalı 200 bin marklık bağış makbuzunu İlhami 
BASKIN’a vererek Necip BASKIN’ı da yol gösterme bahanesi ile yanına alıp 
çıktığını, Necip BASKIN’ı Komiser Fatih’in Mazda marka arabasına 
bindirdiklerini, yolda gözlerini bağladıklarını, doğru Özel Harekat kapısından 
Emniyete götürdüklerini ve mescide kapattıklarını, bu arada da İl Emniyet 
Müdürü’ne telefon ederek “bir milis ele geçirdiklerini, muhtemelen PKK’nın 
buluşması olduğunu, akşam bir operasyon yapacaklarını”, bunun üzerine Emniyet 
Müdürünün yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sorduğunu, Fatih’in de “buna gerek 
olmadığını, kuvvetlerinin yettiğini” söylediğini, böylece öldürme eylemine kılıf 
hazırladıklarını, sonra da Necip BASKIN’ın verdiği numaraya telefon ederek 
parayı istediklerini, telefona Tahir BASKIN’ın çıktığını, paranın çok olduğunu, 
biraz müsade etmelerini istediğini, daha sonra da Jandarma Taburuna gidip Hami 
Yarbay’a durumu anlattığını, Korucu ve polislerden şüphelendiğini de 
söylediğini, bunun üzerine telefonun dinlemeye alındığını, buradan telefon 
edilen yerin tesbit edildiğini, bu arada Kahraman BİLGİÇ’in tabura çağrıldığını, 
bunun üzerine K.BİLGİÇ’in Komiser FATİH’e telefonla bilgi verdiğini, bunun 
üzerine Fatih’in Necip BASKIN’ı ikindi vakti stadyum yakınına bıraktığını, 
K.BİLGİÇ’in tekrar sorguya çekildiğini, herşeyi anlattığını, sonra da Necip 
BASKIN ile yüzleştirildiğini ve Necip BİLGİÇ’in Kahraman’ı teşhis ettiğini, daha 
sonra olay yerinde YER GÖSTERİMİ yaptıklarını ve bunu kasete aldıklarını, 
 
Bundan sonra Polislerin ifadeden vazgeçsin diye Tahir BASKIN’ın bir akrabasının 
evine 2 kilo esrar koydurduğunu, bunu koyan çocuğun da yakalandığını, ifadesini 
kendisinin aldığını, çocuğun “kendisinin polisler tarafından ölümle tehdit 
edildiğini” söylediğini, 
 
Kurmay Albay Hamdi POYRAZ : 
 
Kahraman BİLGİÇ’in bu sorgusunda, halen Genelkurmay’da İcra Tetkik Dairesi 
Başkanı olan, o zaman Tugay’da Kurmay Albay Hamdi POYRAZ’dan bahsettiğini, Hamdi 
POYRAZ’ın Kendisi (K.BİLGİÇ) ile Kemal ve İsmet ÖLMEZ ve sözde haber elemanı bir 
Kuzey Irak’yı Çukurca ÇIĞLI’ya gönderdiğini, yolda arandıkları zaman rahat 
geçmeleri için bir yazı verdiğini, Çığlı’da kendisinin askeriyede kaldığını, 
Kuzey Iraklı’nın Irak’a geçtiğini, sonra içi silah dolu ağır bir çuvalla geri 
geldiğini, bunu İsmet ÖLMEZ’le birlikte Tugay Karargahına Hamdi POYRAZ’ın 
odasına götürdüklerini, 
 
Piyade Binbaşı Mehmet Emin YURDAKUL : 
 
Kahraman BİLGİÇ talimatları Albay Hamdi POYRAZ’dan aldığını, Binbaşı Mehmet Emin 
YURDAKUL ile de görevlere gittiğini, 
 
Özel Harekat Timi ile birlikte AŞAĞIKONAK köyünde operasyon yaparken kendisinin 
( K.BİLGİÇ’in) kümesten 13 kilo eroin ile 4 adet silah çıkardığını, tabancaları 
Tabur Komutanı Binbaşı Mehmet Emin YURDAKUL’a verdiğini, Binbaşının da bu 
silahlardan birini Belediye Başkanı Ali İhsan ZEYDAN’a verdiğini, diğerlerini 
bilmediğini, Eroinin 8 kilosunun Mehmet Emin YURDAKUL’un taburundaki bir 
astsubaya verdiğini, Bu astsubayın İzmir’de yakalandığını, tifadesinde 
Binbaşının ismini vermediğini, çünkü bunun için Mehmet Emin YURDAKUL’un 
karısının adı geçen astsubayın karısına 480 veya 580 milyon lira gönderdiğini, 
 
Mehmet Emin YURDAKUL’un kendisi (Kahraman BİLGİÇ) ile birlikte iki çobanla daha 
sonra tanıklık yapmasın diye namaz kılarken babalarını öldürdüklerini, ayrıca 
Esendere Yolu’nda iki gencin öldürülüp karlı bir zamanda atıldığını, 
 
Abdullah CANAN ‘ın da Mehmet Emin YURDAKUL’un tabura aldırdığını, bir hafta 
taburda sorguladığını, sonra da kendisinin tabura getirdiği ve üsteğmen diye 
tanıttığı, ancak gerçekte üsteğmen olmayan iki tetikçiye öldürttüğünü, kendisine 
(K.BİLGİÇ’e) de kimseye söyleme dediğini, 
 
(Kahraman BİLGİÇ’in) Bu olayla ilgili olarak Abdullah CANAN’ın akrabası olan 
Mehmet CANAN’la Yakup EDİŞ’in evinde (Abdullah CANAN’dan haber almak veya 
kurtarmak için) pazarlık yaptıklarını 24 bin marka anlaştıklarını, Mehmet 
CANAN’ın bunun 7 bin markını ev sahibi Yakup EDİŞ’e bıraktığını, bunu Kemal ve 
İsmet ÖLMEZ’in kardeşi Burhan ÖLMEZ’e verdiğini, çünkü onlarla beraber olduğunu, 
daha sonra bunlarla Otel Şenler’de görüştüğünü, 
 
Bu Ölmezlerin ve Yakup EDİŞ’in 1984 yılında PKK’yı bölgeye sokan insanlar 
olduğunu, ancak sonradan bundan zarar gördükleri için devlet yanlısı 
olduklarını, 
 
Kaçakçılık Olayları : 
 
Kahraman BİLGİÇ, Hasan ÖZTUNÇ’un ZEYDAN’ın bir altı Korucubaşı olduğunu, devlet 
yanlısı geçindiğini, Çolak Hasan lakabını taşıdığını, korucuların maaşını bile 
vekaletle O’nun aldığını, 
 
Bir de Kemal ÖLMEZ ve İsmet ÖLMEZ olduğunu, bu kişilerin daha önce fakir 
olduklarını, Hkkariye giden otobüslerde muavinlik yaptıklarını, şimdi ise 
altlarında birer CHAVROLET marka araba olduğunu, bunları Kurmay Albay Hamdi 
POYRAZ’ın kendisine (K.BİLGİÇ’e) tanıttığını, Kemal ÖLMEZ’in Vahyettin ASLAN’ın 
yazıhanesine gelerek tehdit ettiğini, ancak O’ndan para alamadıklarını, 
 
Refah Partisi İlçe Başkanı Fakin MENGEÇ’in (askeriyeye malzeme veren bir 
esnafmış) de “tehdit edildiğini, şikayet dilekçesi verdiğini, ancak dilekçenin 
Emniyete gelip takıldığını, o zana işin içinde polisin de olduğunu anladığını, 
korkusundan takip edemediğini” kendisine (Hüseyin OĞUZ’a) anlattığını, 
 
Hüseyin OĞUZ, Astsubay Aydın, Teğmen Yalçın KARAKURT ve Atilla Astsubayla 
birlikte bu işlerin üzerine korkusuzca gitmek için silah üzerine yemin 
ettiklerini, bundan sonra şikayeti olanların dilekçe vermeleri için Fakin 
MENGEÇ’e haber gönderdiğini, 
 
Daha sonra taburda Hamdi ÇAKIR Yarbay ve Ersan ALKAN Albayla birlikte halka 
güven vermek, “olayların üzerine gidiyoruz” imajını vermek ve halkı devletin 
yanına çekmek için bir halk toplantısı yapmaya karar verdiklerini, aşiret ileri 
gelenlerini çağırdıklarını, hepsinin geldiğini, yalnızca Belediye Başkanının 
gelmediğini, kolonya, çikolota alarak vatandaşa ikram ettiklerini, orada bir 
vatandaşın “Abdullah CANAN olayı da çözülecek mi?” diye sorduğunu, Abdullah 
CANAN’ın oğlu Vahap CANAN’ın da Mehmet BALKIZ Yüzbaşıya gittiğini, yakasına 
yapıştığını, “Babamın katilleri sizsiniz” dediğini, bunun üzerine kendisini 
dövdüklerini, Çünkü babasını çağırtıp tabura gönderenin Mehmet BALKIZ Yüzbaşı 
olduğunu söylediğini, bunun üzerine bu çocuğu kenara çekip özel telefonunu 
verdiğini ve kendisini aramasını istediğini, 
 
Kahraman BİLGİÇ’in ifadelerini mesaj halinde Alaya, Tugaya, Genel Komutanlığa 
çekildiğini, Alaydan Yalçın Teğmen’e telefon açılarak kendisi (Hüseyin OĞUZ) 
için “Ulan sen Silahlı Kuvvetlerini hedef aldın.”şeklinde tepki gösterdiklerini, 
 
Bunun üzerine Albay Hasan, Yarbay Hami ÇAKIR, kendisi (H.OĞUZ), Aydın Başçavuş, 
Yalçın Teğmen’in toplandıklarını, Hami Yarbay’ın “Dürüstçe mücadele ediyoruz, 
yanlış birşey olmasın” dediğini, olaya siyaset karıştırılmaması gerektiğini 
konuştuklarını, 
 
Yalçın Teğmen’in “Abi bunlar bizi infaz edecekler, bunları not üşeceğim, 
yazacağım, kasete alacağım” dediğini, kendisinin de “Ben sonuna kadar mücadele 
edeceğini, kendisini desteklemelerini “ istediğini, kendisinin de Atilla 
Astsubaya “yer gösterimi ve ifade sırasında alınan kasetleri çoğalt” dediğini, 
ifadeleri de 6 nüsha yazdığını, birini özel olarak saklaması için Atilla 
Astsubaya verdiğini, O’nun da özel valizine sakladığını, toplantıda 5 suret 
ifade yazdıklarını söylediğini, Ersan ALKAN Albayın “Bu ifade tutanaklarını yok 
edeceksiniz” dediğini, “Neden” diye sorması üzerine Albay’ın “Bu Tugay 
Komutanına, Genelkurmaya’a, bir yere sıçrıyor” dediğini, 
 
Kahraman BİLGİÇ’in ifadesini kendisinin aldığını, ancak orada geçici görevli 
olduğu için imza atmadığını, bu tutanakların PBİK (Personel Bilgi İşlem) Kod 
numarası yazılarak imzalandığını, bu ifadelerdeki imzaların Teğmen Yalçın 
KARAKURT ile Astsubay Aydın’a ait olduğunu, Aydın’ın soyadını hatırlamadığını, 
bu sorgunun Atlla ATEŞ astsubay tarafından kamera ile çekilerek banta da 
alındığını, 
 
Yüksekovaya gidişinin 8. günü görevinin bittiğini söylediklerini, İl Jandarma 
Alay Komutanı Necati KILIÇKAYA’nın kendisini istediğini ve çok acele gelmesini 
istediğini, orada yol güvenliğinin olmadığını, yolda infazdan korktuğunu, tedbir 
alarak YENİKÖPRÜ’ye geldiğini, buradan tanıdığı Erdal Astsubay’ın kendisini BRT 
denilen araçla Hakkâri’ye ilettiğini, burada çok kötü karşılandığını, telefonla 
görüşmesi, çarşıya çıkmasının yasaklandığını, bunun üzerine 4 Kasım’da (4 Ekim 
olmalı) Atilla Astsubay adına misafirhaneye bağlattıkları özel telefondan eşini 
aradığını, olayları anlattığını, 
 
7.10.1996 tarihinde de tututklanmış olan Yüce Astsubayı Van’a Askeri mahkemeye 
götürmek üzere görevlendirildiğini, Van’da Abdullah CANAN’ın akrabası olan Eski 
Hakkâri Milletvekili Esat CANAN’ın telefonunu bularak kendisi ile 2 saat 
konuştuğunu, bildiği herşeyi anlattığını, kendisini kurtarmasını istediğini, 
O’nun da bunu basına anlattığını, 
 
10 Ekim’de Hakkâri’ye dönünce basına demeç vermişsin diye kendisini sorguya 
çektiklerini, kendisinin de halen Malatya’da görevli İsmail adındaki helikopter 
pilotu üsteğmenden kendisini kaçırmasını istediğini, ayın 16’sında Tugay’da 
buluşmak üzere anlaştıklarını, 
 
Bu arada Mahmut IŞIK adındaki milletvekilini özel telefonla aradığını, olayları 
anlattığını, “Askerlik hayatı beni buradan çıkarmaz, infaz ederler. Kaset varsa 
konuşmayı al” dediğini, O’nun tavsiyesi üzerine ATV’den Suat isminde birinin 
kendisini aradığını, O’na da herşeyi anlattığını, eğer infaz ederlerse 
yayınlanmak üzere anlaştıklarını, medya’da resmim çıkarsa belki kurtulurum diye 
düşündüğünü, 
 
Ayın 16’sında sivil bir taksi ile İsmail Üsteğmenle buluşmak üzere Tugaya 
gittiğini, ancak alaydan oraya gittiğini öğrendikleri için acele alaya 
çağırdıklarını “Jandarma Genel Komutanının kendisini istediğini” söylediklerini, 
Mahmut IŞIK’ın İçişleri ve Savunma Bakanını arayarak durumu anlattığını, bunun 
üzeri Genel Komutanlıktan çağrıldığını, ancak yine de infazdan şüphelendiği için 
Ali KARDEŞ ismindeki İzmir’li bir askere evnin telefonumu vererek, babasına 
açmasını ve kendi durumunu anlatmasını istediğini, 
 
Ayın 17’sinde bir daha dönmemek niyetiyle valizini alarak Hakkâri’den 
ayrıldığını ve Ankara’ya geldiğini, Komutanlığa GİTMEDEN önce Mahmut IŞIK’ı 
bulduğunu ve konuştuğunu, ATV’den Suat’la Onun evinde buluşarak görüntü 
verdiğini, sonra Jandarma Genel Komutanlığına gittiğini, burada bir gün 12 sayfa 
ifade verdiğini, anlattıklarına inanmadıklarını, kaçırılan adamın PKK’lı 
olduğunu söylediklerini, kendisine 20 Ekim’de Komutan’la görüşeceğini 
söyledikleri halde 20 gün Ankara’da kaldığını, fakat Genel Komutanla 
görüşemediğini, ifadesinde askeri personeli ve Jandarmayı da yazdığı için 
görüşmek istememiş olabileceğini, sonra tayinini istediğini, 
 
10 Kasım’da Elazığ’a tayininin çıktığını, mehil müddetini kullanarak Elazığ’a 
gittiğini, burada pek hoş karşılanmadığını, bir İlçe Jandarma Bölük 
Komutanlığı’na Harekat subaylığı gibi bir göreve verdiklerini, orada bir ay 
kaldığını, telefon irtibatı falan olmayan bu yere kendisini susturmak için 
verdiklerin, bonra 30 Kasım’da Diyarbakır’a gidip Devlet Güvenlik Mahkemesin’de 
9 saat 16 sayfa ifade verdiğini, çünkü adliyeye, hukuka güvendiğini, 
 
Hakkâri’deki menfaat şebekesine karşı Vali’nin hiçbir etkinliğinin olmadığını, 
kendisinin de uluşamadığını, adli sistemin de orada birşey yapmasının mümkün 
olmadığını, 
 
Otluca Köyü Olayı : 
 
Yüksekova Tugayı’nın çevresinde tel örgü kıyısında koruma amaçlı pusu 
atıldığını, bu pusu timinin gece saat 24.20-24.30’da pusuya düşürülerek 2 
astusbay, 4 erin şehit edildiğini, telsiz konuşmalarını dinlediğini, şehit olan 
astsubayların pusuya düşünce ısrarla yardım istediğini, ancak birlik yok 
bahanesiyle yardıma gidilmediğini, ancak 2 gün sonra bölgede operasyonlara 
başlandığını, Tugay’a 1-2 km. yakınında bulunan OTLUCA Köyünden başta muhtar 
olmak üzere 5 yaşında çocuk dahil birçok insanın tugaya götürüldüğünü, bunlardan 
5 tanesinin eline illegal 5 kaleş verilerek mahkemeye verildiğini, bununla 
ilgili arama tutanağı tutması için Alay Komutanı Necati KILIÇKAYA, Yalçın 
YALINCAK astsubaya emir verdiğini, ancak bu astsubay kabul etmediği için başka 
bir üstçavuşa tutturduğunu, ancak savcılık bunlara inanmadığı için takipsizlik 
verdiğini, 
 
Bu arada Otluca Köyünün tamamen boşaltıldığını, köyden 2-4 bin civarında koyunun 
tugaya getirilerek kesildiğini, bu olaydan sonra bu köyden 24 kişinin kırsala 
çıkarak örgüte katıldığını, bu hareketle örgütün gücüne güç katılmış olduğunu, 
 
Yücel ZEYDAN ( PKK Yüksekova Dağlıca Tabur Komutanı - Rüstem Kod adlı) 
 
Yücel ZEYDAN’ın Hakkâri Milletvekili Mustafa ZEYDAN’ın oğlu olduğunu, İran’da 
annesinin yanına sık sık gittiğini, (Mustafa ZEYDAN’ın bir karısının da İran’da 
olduğunu), telefonla babası ile de görüştüğünü, Mustafa ZEYDAN’ın bir oğlunun da 
Sağlık Bakanlığı’nda üst düzeyde görevli olduğunu, 
 
Yücel ZEYDAN’ın amca çocuklarının da korucu olduğunu, Yücelle sık sık 
görüştüklerini, bu nedenle de Hakkâri Bölgesinde PKK’nın eylem yapmadığını, 
 
Hakkâri’de bütün önemli ihaleleri Mustafa ZEYDAN’ın akrabalarının aldığını, 
sonunda PKK’ya da devlet parasının gittiğini, son olarak 100 milyonluk Yatılı 
Bölge Okulu ihalesini yine Mustafa ZEYDAN’ın yakın akrabalarının aldığını, 
 
Mustafa ZEYDAN, istediği adamı korucu yaptırdığını, Vali’ye telefon ettiği zaman 
almamazlık yapamıyacağını, 
 
Yüksekova’lı Mehmet oğlu Bayram AKSU adında bir vatandaşın bulunduğunu, bunun 
gönüllü istihbaratçılık yaptığını, halen Van’da olduğunu, bunun gerek Yeşille 
gerekse diğer faili mechullerle ilgili herşeyi bildiğini, 
 
Aşiret Yapısı : 
 
Hakkâri’de irili ufaklı 23 aşiret bulunduğunu, Yüksekova’da da 3 büyük aşiret 
olduğunu, Bunların Piyaniş , Doski ve Jirki aşiretleri olduğunu, Bunlardan JİRKİ 
aşiretinin 200 elemanı ile çok ciddi ve samimi bir mücadele verdiğini, 
 
PİYANİŞ Aşiretinin (Mustafa ZEYDAN’ın aşireti) 9 bin korucusu olduğunu, ancak 
bunların Yücel ZEYDAN nedeniyle PKK ile ciddi bir mücadelesinin olmadığını, 
Fakin MENGİÇ (RP ilçe başkanı) ‘nin yanında bir kuyumcu olduğunu, bu kuyumcudan 
altın alma olayı olduğunu, suçluların Piyaniş aşiretinden olduğunu, işin içinde 
bir de asteğmenin olduğunu, bu asteğmenin mağduru sanık olarak mahkemeye 
çıkardığını, sonra aşiretler arasında husumet omlmaması için aşiret ileri 
gelenlerinin araya girerek barıştırdıklarını, 
 
Korucu Sistemi : 
 
Koruculuk Sisteminde korucubaşı, onun altında tim veya takım komutanı, onun 
altında da elemanlar olduğu, Her timin 20 kişiden oluştuğu, tim komutanının 
elemanların vekaletini, korucubaşının da tim komutanlarından özlük haklarına 
ilişkin vekalet aldığını, korucubaşının kendine bağlı olanların maaşlarını 
aldığını, asıl mücadeleyi yürütenlere bir çuval un, şeker, çay vs. verilerek 
işin götürüldüğünü, korucubaşıları ve tim komutanlarının göreve falan 
gitmediklerini, bunlar şehirde bazı hatırı sayılır kişilerin korunmasında görev 
almış göründüklerini, şehirde ikamet edip devletten maaş aldıklarını, altlarında 
yepyeni Toyoto arabalar olduğunu, kısaca iyi menfaat sağladıklarını, 
 
Koruculuk Sisteminin doğuda Silahlı Kuvvetlerin ve Emniyet Teşkilatının bütün 
etkinliğini bitirdiğini, daha üstün silahlarının olduğunu, ayrıca alt yapısı 
halk olduğu için daha etkili olduğunu, garip vatandaşın hakkını aramasının 
mümkün olmadığını, ne Vali’ye ne komutana, ne de korucubaşına ulaşamadığını, 
adalet sisteminin de doğru çalışmadığını, 
 
Güvenlik güçlerinden bir kısmının da oradaki menfaat işlerine bulaştığını, orada 
herkesin derdinin iyi model bir araba, bir ev, bir yazlık alıp dönmek olduğunu, 
dönerken de yanında illegal yollardan edinilmiş silahlar alıp götürdüklerini, 
 
JİTEM ( Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele ) 
 
Bunun kanunen mevcut ve örgütlenme şeması içinde bir birim olmadığını, ancak 
Jandarma’da resmen İstihbarat birimlerinin bulunduğunu, ancak bu birimlerin 
terörle fiilen mücadele görevlerinin olmadığını, görevlerinin sadece istihbarat 
olduğunu, 
 
JİTEM’in ise Cem ERSEVER tarafından fiilen kurulduğunu, Diyarbakır, Elazığı, 
Mardin, Hakkâri gibi bazı hassas illerde gayriresmi olarak örgütlendiğini, her 
ilde bulunmadığını, ama JİTEM elemanlarının Jandarma Genel Komutanlığı 
İstihbarat Başkanlığına bağlı olarak çalıştıklarını, genellikle kod adı 
kullandıkları, kendisinin Jitem elemanı olmadığını, sadece Jandarma İstihbarat 
şubelerinde sorgu amiri olarak görev yaptığını, 
 
İstihbarat birimlerinin terörle mücadele yaparken menfaat mücadelesi 
yaptıklarını, mesela Cem ERSEVER’in yanında çalışan ismini hatırlamadığı bir 
astsubayın adli emanetteki 2-3 bin silahı alarak güneydoğuda koruculara 
sattığını, bu kişinin yakalandığını ve yargılandığını, 
 
Cem ERSEVER’in asıl amacının menfaat temini olduğunu, JİTEM adının da birtakım 
kirli işlerde daha çok işe yaradığını, çünkü terörle mücadele görevi olunca 
gözaltı süresinin daha uzun olduğunu, sonradan JİTEM‘in lağvedildiğini, Cem 
ERSEVER’in de mecburen emekli olduğunu, kendisini Jandarmanın diğer 
elemanlarının temizlediği iddiasının yanlış olduğunu, kendisinin çok uyanık 
birisi olduğunu, kolay tuzağa düşmeyeceğini, ancak Mahkemeye gelirken alarak 
kaçırdıklarını, sorguladıklarını ve şırınga sorgusu sonucu öldürdüklerini, 
otopsi raporunu okuyan arkadaşlarından öğrendiğini, bu şırıga sorgusunu herkesin 
bilmediğini, 
 
Cem ERSEVER’i Habur Gümrük Müdürünün Kemal ismindeki oğlunun (veya şoförünün ) 
öldürdüğünü, bunu içerde yapılan konuşmalardan bildiğini, şu anda bunu bilenler 
asker oldukları için konuşamak istemediklerini, ancak not tuttuklarını, ileride 
çıkıp konuşacaklarını, 
 
Cem ERSEVER’in karısının suriyeli olduğunu, bu yolla Suriye istihbarat servisi 
ile irtibat kurduğunu, bu servise bilgi sızdırdığını, bu nedenle de Jandarma 
Genel Komutanlığı tarafından dışlandığını, bu nedenle de öldürüldüğünü, Yeşil’in 
de kendisi ile irtibatı dolayısiyle Suriye ile bağlantısı olduğunu, 
 
Uyuşturucu Kaçakçılığı : 
 
Uyuşturucu’da Van’ın bir merkez olduğunu, Van’dan her tarafa uyuşturucu 
sevkiyatının yapılabildiğini, Pazarlamasının da İstanbul’da yapıldığını, Van’da 
bir kadının uyuşturucu’nun THC (Tetro Hidro Karnobilen) yani kalite kontrolünü 
yaptığını, 
 
Bir başka kanalın yani Suriye hattının Mardin-Habur Hattının olduğunu, buradaki 
sevkiyatının GKK (Geçici Köy Korucuları) vasıtasıyla, onların gümrüklerdeki 
akrabaları kanalıyla geçiş sağlandığını, 
 
Daha sonra bu konuda zaafı olan, çok para kazanma hırsı olan güvenlik gücü 
mensuplarının devreye girdiğini, bunların bazan kendi arabaları ile uyuşturu 
naklini sağladıklarını, bunların arabalarının aranmadığını, özellikle PKK 
istihbaratı için Suriyeye gidip gelenlerin bu arada bu işi de ayarladıklarını, 
bir menfaat şebekesi oluşturduklarını, 
 
Bu olayları bilen namuslu insanların az olduğunu, ancak atılma veya öldürülme 
korkusundan konuşamıyacaklarını, 
 
Bu menfaat şebekesinin TBMM’ne kadar uzandığını, mesela Mustafa ZEYDAN’ın bu 
işin içinde olduğunu, 
 
Sedat BUCAK’ın Urfa’da devletten daha güçlü olduğunu, uyuşturucu trafiğinden de 
menfaat aldığını, 
 
Uğur Mumcu Cinayeti : 
 
Uğur Mumcu’nun C-4 plastik patlayıcısı ile öldürüldüğünü, bunun iz 
bırakmadığını, Malatya’da Tekin COŞKUN denilen kişinin evinde C-4 bulundduğunu, 
bu kişinin poliste gözaltına alındığını, kendisini Uğur TONİK adında İstanbul’da 
oturan yaşlı bir adamın kurtardığını, bu adamla da Tekin COŞKUN’la birlikte 
Büyük Otel’de görüştüğünü, Tekin COŞKUN’un Uğur MUMCU’nun aleyhine konuştuğunu, 
O’nun öldürtmüş olabileceğini, 
 
Tekin COŞKUN’un Alattin ÇAKICI’nın çok yakın arkadaşı olduğunu, çek-senet işiyle 
uğraştığını, bu nedenle başka şehirlerde de adamının olabileceğini, kendisinin 
evine giderek görüştüğünü, 361 30 45 çağrı ve 0542 231 02 90 numaralı cep 
telefonu bulunduğu, bu kişinin Abdullah ÇATLI’yı da tanıdığını, 
 
Eşref BİTLİS Olayı : 
 
Eşref BİTLİS’in kesinlikle suikaste kurban gittiğini, C-4 bombası ile 
öldürüldüğünü, C-4’ün uçağa pilot elbisesi içinde sokulduğunu, Bursa’lı nöbetçi 
bir askerin bunu gördüğünü, Jandarma içinde de Eşref Paşa’nın suikastle 
öldürüldüğüne kanatinde olan pek çok insan olduğunu, ancak ortaya çıkarılmasının 
istenmediğini, 
 
Malatya’da Turan Abi gibi akrabalarının bulunduğunu, kendisinin onlarla da 
sürekli görüştüğünü, 
 
Bahtiyar AYDIN Olayı : 
 
Bahtiyar AYDIN’ı bir PKK itirafçisının öldürdüğünü, sebebinin de Silahlı 
Kuvvetlerde bir kesimin şiddettten yana olduğunu, bir kesimin de şiddete, 
öldürmeye karşı olan, halkı kazanalım dediğini, Bahtiyar AYDIN’ın terörle 
mücadelede şiddete karşı olan bir insan olduğunu, bu nedenle öldürüldüğünü, 
 
Hulusi SAYIN - İsmail SELEN Cinayetleri : 
 
Bunlardan birisinin sağcı, birisinin solcu olduğunu, bir zamanlar Jandarma’da 
SELENCİLER, SAYINCILAR olduğunu, ideolojik olarak ikiye bölündüğünü, birinin 
katilinin bir astsubay olduğunu, birisinin diğerine karşı misilleme olarak 
öldürüldüğünü, yani konunun tamamen ideolojik olduğunu, uyuşturucu falan 
olmadığını, bunlarda polisin herhangi bir katkısının olmadığını, 
 
Hakkâri Emniyet Müdürü : 
 
Şahsen tanımadığını, ancak Mahmut YAŞAR ve Cevat DEMİR adındaki uyuşturucu 
kaçakçılarının Polis tarafından istihbaratçı olarak kullanıldığını, bundan 
Emniyet Müdürünün mutlaka haberdar olduğunu, aranan bir şahsın güvenlik 
güçlerince kullanılmasının yasal olmadığını, bunu doğru bulmadığını, 
 
Operasyon ve İnfaz Timleri : 
 
Operasyon Timlerinin bir Yüzbaşının sorumluluğunda mutlaka rütbeli teğmen, 
üsteğmen, astsubay veya uzman çavuşlardan, yani gençlerden oluştuğunu, 
Yüzbaşıdan daha yüksek rütbede kimsenin operasyona katılmadığını, dikkat 
edilirse şehit olanların hep er, astsubay ve uzman çavuşlardan olduğunu, 
bunların vatansever, kahraman ve dürüst insanlar olduğunu, operasyon yapılacak 
yeryerin önceden planlanarak operasyon yapıldığını, 
 
İnfaz timlerinin ise üç kişiden oluştuğunu, çoğunlukla silahsız, korumasız 
insanlara yönelik olduğunu, bu insanların evlerinden alınarak infaz edilip bir 
dereye atıldığını, 
 
Öldürülen İtirafçılar : 
 
Üzümlü Karakolu Baskınından sonra teslim olan biri Suriyeli, diğeri Mardin’li 2 
kızın Tugaya getirildiğini, sonra kaybolduklarını, yani infaz edildiğini, 
halbuki Tugayın gözaltına alma yetkisinin olmadığını, 
 
Bu itirafçıları kazanmak gerektiğini belirtmiştir. (Ek:225) 
 
53- DİLEK ÖRNEK’ İN 02.031997 Tarihli İfadesinde; 1974 yılında 
Hollanda’da doğduğunu, 22 yıldan beri ailesiyle birlikte Hollanda’da oturduğunu, 
Ortaokulu, yüksekokulu orada okuduğunu, ailesinin halen Hollanda’da oturduğunu, 
annesinin ev hanımı, babasının Lastik Fabrikasından emekli işçi olduğunu, her 
ikisinin de sağ olduğunu, bir ablasının iki küçük erkek kardeşinin olduğunu, 
 
1995 yılına kadar 2 yıl Mc Donald’da çalıştığını, sonra ayrıldığını, 
 
Daha önce Hollanda’da olan Teyzesinin 2 yıldan beri Ispanya’da oturduğunu, orada 
Teyzesinin kocası olan eniştesinin lokantacılık yaptığını, ayrıca ticaretle 
uğraştığını, 
 
1,5 yıldan beri eniştesi Ercan DOĞAN’a kuryelik yaptığını, bu işe teyzesinin 
isteği üzerine başladığını, eniştesinin kendisine para vererek İstanbul’a 
gönderdiğini, ilk seferinde teyzesi ile birlikte İstanbul’a geldiğini, 
teyzesinin orada kendisini Mehmet ve Latif’le tanıştırdığını, daha sonra devamlı 
kendisinin yalnız geldiğini, kendisine teslim edilen PESETA (İspanyol parası ) 
cinsinden paketler halindeki parayı, Havaalanında kendisini karşılayan Mehmet ve 
Lütfi’ye arabalarının içinde teslim ettiğini, sonra Havaalanına yakın Çınar 
oteline gittiğini, hiç dışarı çıkmadan otelde bir gece kaldıktan sonra Swisair 
veya İberia uçaklarıyla Hollanda’ya döndüğünü, her türlü otel ve yolculuk 
masraflarını kendisine verilen paradan kendisinin karşıladığını, 
 
Bu paranın ne parası olduğunu kesinlikle bilmediğini, sormadığını, saymadığını, 
yalnızca parayı verip kendi parasını (her seferinde 4-5 bin mark) aldığını, 
kendisine teslim edilirken de paranın sayılmadığını, belgesiz teslim edildiğini, 
Eniştesinin “İstanbul’a gidince seni karşılayacaklar, ayrıca havaalanında 
kolaylık gösterecekler” dediğini, herhangi bir sıkıntı ile karşılaşırsa 
“Mehmetlerin misafiriyim” demesini tenbih ettiğini, parayı normal bir valizde 
getirdiğini, valizi bagaja verdiğini, çıkarken aldığını, hiç arama 
yapılmadığını, bir defasında aramak istediklerini, ancak orada birisinin 
geldiğini, “Tamam bu geçebilir” dediğini, bu yardımın bir ayarlama sonucu 
bilerek yapılıp yapılmadığını bilmediğini, 
 
Türkiyeye 10-15 defa bu şekilde para getirdiğini, bunun dışında da tatil için 
memleketi İskenderun’a gitmek üzere İstanbul’dan Adana’ya uçakla gittiğini, bu 
giriş çıkışları da sayarak 52 defa giriş çıkış yaptığını iddia ettiklerini, 
polisteki ifadesinde işkence ile tamamının para getirmek için olduğunu kabul 
etmek zorunda kaldığını, gerçekte bu iş için yalnızca 10-15 defa giriş 
yaptığını, kendisinin Hollanda vatandaşı olduğunu, Türkiyeye Hollanda 
Pasaportuyla giriş yaptığını, bazan da Türk Pasaportuyla giriş yaptığını, kendi 
adına tek pasaportu olduğunu, 
 
Kendisinden başka Parsel ve Simon’un da kuryelik yaptığını, beraber gelip 
gitmediklerini, onların da parayı Mehmet ile Latif’e verdiklerini sandığını, 
parayı verdiği Mehmet (ALAKENT) ve Latif’in halen firarda olduklarını, 
 
Anne ve babasının bu işi yaptığını bilmediğini, İspanya’ya giderken Teyzemlere 
gidiyorum diye gittiğini, masraflarını teyzelerinin karşıladığını söylediğini, 
kazandığı paraları ise harcadığını, anne ve babasının yakalanınca bu işi 
yaptığını öğrendiğini, ablasının ve kardeşlerinin kesinlikle bu işi 
yapmadıklarını, 
 
Garo’yu Hollanda’dan tanıdığını, kendisinin Kuyumculuk yaptığını, sık sık da 
İspanya’da eniştesinin evinde karşılaştıklarını, 
 
Lokman’ı şahsen tanımadığını, Teyzelerinden Azer Döviz’in sahibi olarak adını 
çok duyduğunu, Feramez’in, Yusuf’un Lokman’ın ortakları olduğunu eniştesinden 
duyduğunu, ( bu İranlı Yusuf’un halen tutuklu olduğunu), Musavvat diye birini 
tanımadığını, 
 
Ayhan AKÇA’yı tanımadığını, ancak Narkotik’te kendisini gösterdiklerini, 
tanımadığını söylediğini, adını daha sonra mahkemede öğrendiğini, 34 B 2034 
plakalı BMW arabayı da daha önce hiç görmediğini, yakalanınca narkotikte 
gördüğünü, Bundan 2,5 ay önce yakalandığını ve o tarihten beri Bayrampaşa 
cezaevinde olduğunu, kendisinden bir hafta sonra eniştesinin de Antalya’da 
tutuklanarak aynı cezaevine getirildiğini, cezaevindeki ihtiyaçlarının eniştesi 
tarafından karşılandığını, haftada bir dilekçe vererek eniştesi ile “eş görüşü” 
yaptıklarını, bu arada eniştesinin ihtiyacı olan parayı verdiğini, 
 
Eniştesi Ercan DOĞAN’ın 43 yaşında olduğunu, Tüarkiye’de herhangi bir siyasi 
partiyle ve ülkü ocaklarıyla ilişkisinin olmadığını, bunu kesinlikle bildiğini, 
 
Gardiyan Nebile ile Bayrampaşa cezaevinde tanıştığını, arkadaş olduklarını, 
çıkınca aramak için telefon numarasını aldığını, daha sonra kendilerinin 
Bakırköy Cezaevine nakledildiklerini ifade etmiştir.(Ek:226) 
 
54- Hurşit HAN 02 Mart 1997 tarihli ifadesinde; 1955 Hakkâri-Yüksekova 
doğumlu, tahsilsiz olduğu, 10 kardeş olduklarını, Yüksekova’da şirketi, 
İstanbul’da Kapalıçarşı’da döviz bürosu bulunduğu, ancak Balkan Döviz bürosunu 
sattığını, bir şirketi olduğunu, memlekette iken koyunculuk yaptıklarını, 2 
köyleri bulunduğunu, kendilerinin besleyip sattıklarını, maddi durumlarının iyi 
olduğunu, 
 
Körfez Krizi zamanında, Vali ve Kaymakam’ın Kuzey Irak’tan kaçanlar için para 
topladığını, kendisinin de Barzani’ye gönderilmek üzere adamları vasıtasıyla 
Belediye Başkanı’na 1 milyar lira verdirdiğini, bizzat Vali’ye veya Kaymakam’a 
vermediğini, Bunun Celal KORKMAZ tarafından yazılan Kurt Kapanı adlı kitapta yer 
aldığını, çünkü bu yazarın bu paranın verilişine şahit olduğunu, 
 
14 Temmuz 1994 tarihinde güneydoğuda şehit olan asker ve polis eş ve çocukları 
için Ahmet YEŞİL ismindeki birinin telefonu üzerine Ahmet DEMİR adına 250 milyon 
lira yatırttığını, şahsen ne Yeşil’i, ne de Ahmet DEMİR’i tanımadığını, ancak 
Yeşil’in adını çok duyduğunu, 
 
Kendisi hakkındaki iddianın 750 kilo esrarla ilgili olduğu, önce oğlunun 
tutuklandığı, 2 gün sonra da kendisinin evden alındığını, ancak bu miktar bir 
esrarı yakalatan adamın kendisinin evde oturup tutuklanmayı beklemiyeceğini, 
kaçması gerektiğini, bunun bir tezgah olduğunu, sebebinin de ; Yeşil’in telefon 
ederek kendisinden para istediğini, sonra da eve 2 adet mektup bırakıldığını, 
“Çocuklarını alırız” dendiğini, “Akibetin Savaş, Hacı, Mecit gibi olur” 
dendiğini, vermeyince 750 kilo esrarı üzerlerine attıklarını, kendisi 
yakalandıktan sonra da aynı şahıs, ihbar eden şahıs eve 2 mektup daha attığını, 
önce malın yakalandığını, sonra kendisinin alındığını, işin içinde polis 
olduğunu, yani mektubu atanın polisle beraber çalıştığını, asıl sebebin ; 
kendisinin doğulu, yani kürt oluşu olduğunu, 6 aydır tutuklu olduğunu, 
ağabeyinin de kendisi ile beraber yargılandığını, 
 
Daha önce de akrabalarının, arkadaşlarının aynı nedenle öldürüldüğünü, Örnek 
olarak; 
 
Altındağ Nüfus Müdürü olan Kayınbiraderi ve dayısının oğlu olan Mecit BASKIN’ın 
sırf kürt olduğu için 1994 yılında 3 kurşunla öldürüldüğünü, diğer kayınbiraderi 
Necip BASKIN’ın Yüksekova’da polis tarafından kaçırıldığını, öldürülmekten 
kılpayı kurtulduğunu, 
 
Dayısı oğlu Savaş BULDAN’ın 1993 yılında evden polis tarafından alındığını, 
içinde tarife göre Korkut EKEN’in bulunduğu Mercedes 300 bir arabaya 
bindirilerek Çınar Oteline götürüldüğünü ve işkenceyle öldürüldüğünü, sonra da 
Bolu Yığılca’ya atıldığını, O’ndan para istemediklerini, o zaman para 
meselesinin olmadığını, para işinin 1995’de çıktığını, 
 
Yine dayısı Hacı PARAY’ın da aynı şekilde öldürüldüğünü, 
 
Sağlık Bakanlığı Müfettişi hemşehrisi Namık ERDOĞAN’ı da Ankara’da alınıp 
götürüldüğünü, 
 
Aynı aşiretten Abdullah CANAN’ın da Mehmet Emin YURDAKUL adındaki subay 
tarafından alınarak öldürüldüğünü, 
 
Ayrıca Arkadaşı ve akrabası olan İran’lı Lazım İSMAİL’i aldıkları zaman 
kardeşini bırakacağız diye diğer kardeşinden 300 bin mark, 60 bin dolar 
aldıklarını, 13 gün sonra da 2 kişinin cenazesini getirdiğini, 
 
Yine arkadaşı Adnan YILDIRIM’ın aynen Savaş BULDAN gibi Korkut EKEN tarafından 
alındığını ve öldürüldüğünü, 
 
Bu olayları birçok insanın bildiğini, ancak korkularından söyleyemediklerini, 
mesela; İstanbul’da ŞARKIT Otelinin sahibi Cumhur YARKIZ’ın çoğunu bildiğini, 
‘ndan da para istendiğini, kendisinin bulunarak bilgisine başvurulması 
gerektiğini, 
 
1994’de aynı şekilde şehit ailelerine diye Ahmet YILDIZ adına 250 milyon lira 
gönderen Ağa YILDIZ’ı tanımadı 
  
Sayfa Başına Dön  
 
Susurluk olayı | Susurluk Raporu (Kutlu Savaş) | 
Susurluk Rap.(TBMM) 
| Susurluk Rap.(Sönmez 
Köksal) 
 
	
  |